Yine bir 28 Şubat, yine başörtüsü. Bu sefer TRT’de yayınlanan “Şûle” belgeseli eşliğinde. Afilli sözler, havada uçuştu. Şöyle cesurdu, böyle aktifti falan. Ben, Şûle Yüksel’in son zamanlardaki fotoğraflarına bakınca sâdece hüzün ve hayâl kırıklığı görüyorum.
Kıbrıs’tan Kayseri’ye göçen modern bir âilenin kızı olan Şûle, çalışmak zorunda kalınca orta okuldan ayrılır ve terzilik yapmaya başlar. On dört yaşında âşık olur. Dört sene süren büyük aşkına kavuşamaz. Nişan bozulur. Bozulur ama aşkını, bir sır gibi mezara kadar içinde saklar.
Tahsil görmese de Allah vergisi cesâreti ve okuma yazma aşkı sebebiyle yazı hayâtına başlar. Acaba tahsiline devam etse nasıl olurdu? Körelir miydi yoksa daha derinliği olan bir yazar mı olurdu?
Yazan, siyâsetle ilgilenen Şûle, âbisinin tesiriyle başını örter, konferanslar verir. Darbecilere kafa tutar, hapse girer. 1969’da bir gazetede tefrika edilmeye başlanan Huzur Sokağı romanıyla edebiyat dünyâsına çok hızlıca adım atar. Yazarak ve konuşarak, kamusal alanda yasak olan başörtüsünü özgürleştirme mücâdelesinin fitilini ateşlemiştir artık.
Otuzunu geçen şık, zarif ve hanımefendi Şûle, kendisine takdim edilen isimler arasında ilâhiyat mezunu tiyatrocu Abdullah Kars’ı beğenir. “Acaba tahsil görse nasıl olurdu?” sorusu, benim için burada da geçerli. Acaba evlenmese nasıl olurdu? Bizden de bir Harper Lee çıkar mıydı?
Şûle evlenmeseydi belki bir Harper Lee olmazdı ama Huzur Sokağı’ndan daha iyisini yazardı. Bunu ben demiyorum. Bir röportajında kendisi diyor.
Huzur Sokağı’nda âilesi vardır. Bilâl, ağabeyidir; Feyza da kendisi. Muhtemelen bir Bilâl bulduğuna inanan Şûle, Abdullah Kars ile İslâmî usûllere göre evlenir. Konuşmalarında, yüzüne vurulmadan kadının dövülmesini dayaktan saymayan ve dayağı, kadın vazîfesini ihmâl ederse erkeğin hakkı olarak gören Şûle, bu sözleriyle çok ağır imtihan olur. İslâmcıların Abdullah âbisinden, çok ciddi boyutta şiddet görür ama dâvâsı zarar görmesin diye hemen boşanmaz. Beş yıl sonra dayak yemekten usanınca dâvâyı gözü görmez. Romanda Feyza’ya dünyâyı dar eden koca, dindar biri değildir. Ayyaş, kumarbaz bir serseridir. Fakat gerçek hayatta Şûle’ye dünyâyı dar eden, Bilâl’in ta kendisidir.
Bunları öğrendikçe sorularım çoğaldı. Şûle’nin ayrıldığı büyük aşkı kimdi? Dindar mıydı? Başını örtme sebebi bu adam mıydı? Abdullah Kars ile eski nişanlısına benzediği için mi evlendi? Eşinden niçin şiddet gördü? Vazîfelerini mi ihmâl etmişti yoksa eşi, kendinden önce birine âşık olmasına ve onu unutmamasına mı öfkeleniyordu? O dönemin muhâfazakâr erkekleri, evlendiği kadının kendinden önce bir başkasıyla ilgilenmiş, sevmiş, âşık olmuş olmasına râzı olamayacak kadar yobazdı. Hz. Peygamberin, iki kere evlenmiş olan Hz. Hatice ile evlendiğini bilmelerine rağmen gün yüzü görmemiş kız seçerlerdi.
Belki de tiyatrocu Abdullah Kars, eşinin Yeşilçam’daki serüveninden rahatsızdı. Sinemaya uyarlanan Huzur Sokağı, gişe rekorları kırıyordu. Hanımı, kendisinden meşhurdu. Şûle, “Abdullah’ın eşi” olacakken Abdullah, “Şûle’nin eşi” olmuştu. Bunu kabullenmek, kolay değildi.
TRT, Abdullah Kars’ı da anlatan bir belgesel çekmiş. Belki cevapları bulurum diye seyrettim. Bağ bahçede çekim yapılmış. Şûle gibi bir çiçeği solduran Kars, çiçek kokluyor; şiir okuyor. Nasıl evlendiğini anlatıyor ama dayaktan bahsetmiyor. Şûle Hanım tiyatroyu bırakmasını isteyince bozuşmuşlarmış. Kars’ın, şiir okurken aydınlanan yüzü, ayrılma kısmında ekşiyor. Belki pişman, utanıyor. Bilemem.
Devam edelim. Abdullah Kars’tan ayrılan Şûle, yeniden yazmaya başlar. İkinci evliliğini Çarşamba cemaatinden bir mühendisle yapar. Yurt dışında yaşamış bu adamdan da şiddet görür. Çarşafa girip evine kapanır. Gördüğü şiddete çözüm bulamaz. Şeyhi, “sabret” der. Nihâyet on bir yılın sonunda kurtulur. Sâdık Albayrak’ın araya girmesiyle şeyhinden yazma izni koparır. Cemaat ise ayrılmasını affetmez.
Şûle, yazı hayâtına dönse de eski Şûle değildir artık. Bunu, bir söyleşide şöyle ifâde ediyor:
“Keşke demek dinimizde pek makbûl görülmüyor. Ama keşke hiç evlenmeseydim dediğim oluyor. Hakîkaten evlilikten sonra ne kadar gayret ederseniz edin eskisi gibi olamıyorsunuz.”
Huzur Sokağı’na gelin giden Şûle’nin hayâtı karardığı gibi kalemi de körelmiştir. Sâdece Şûle değil, Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi değildir. Şûle’nin ince rûhu acılar içinde kıvranırken, bir zamanlar Huzur Sokağı’nı yazmasını teşvik eden İslâmcı Mehmet Şevket Eygi, gecelerin kraliçesi Ayşegül Nâdir’in yüksek sanat zevkini övmektedir.
Şûle Yüksel’in, şimdi kamusal alanda var olan başörtülüler için, “Sizler benim hayâllerimin süsüyken şimdi hayâlimin gerçeğisiniz.” dediği söyleniyor. Acaba gerçekten öyle mi? Şûle Yüksel, başörtülüleri böyle mi hayâl etmişti? Porselen suratlar, lüks yarışı, kurdele kesme merakı, haksız burslar vs. vs.
Şûle Yüksel, “Keşki evlenmeseydim” dediği röportajında açtığı yoldan giden başörtülü yazarlarla gurur duyduğunu söylüyor. Elbette gurur duyulacak bir manzara. Ama karşıdan bakınca. İçine girince durum vahim. Şûle Yüksel ne kadar özgür idiyse başörtülü yazarlar da o kadar özgür. Örtüleri özgür oldu ama kalemleri, hâlâ erkeklerin iki dudağı arasında. Yalan dolan yazmaktan yorulanlar, şöhret için her kılıfa girenler ise başörtüsünden soğutuyorlar.
Şûle , aslen Kıbrıslı. Kına çiçeği, Kıbrıs’ın çiçeğidir. Çiçeğin diğer adı, “bana dokunma”dır. Binlerce kadının hayâtını değiştiren kına çiçeği Şûle, Huzur Sokağı’nda huzur bulamadı. El kaldıranlara, sınırlayanlara, “Bana dokunma!” diyemedi. Kayseri’de açan kına çiçeği, Huzur Sokağı’nda sarardı soldu.
Rosa Parks’ı bilirsiniz. ABD’li zenci aktivist, insan hakları savunucusu. Şûle Yüksel ile benzer yönleri var. O da okuyamadı, terzilik yaptı. Fakat aralarında çok mühim bir fark var. Parks, evlendikten sonra eşinin desteğiyle okudu ve aktivist oldu. Bekârken sıkı aktivist olan Şûle Yüksel ise evlenince iptal oldu. Sınırlanınca Türkiye sınırlarını aşamadı.
İslâmcıların Şûle’ye verdiği zarârı, CHP vermedi. Belgesel çekip 28 Şubat’ta anmak, bu gerçeği değiştirmez.