İtibar suikast'i.
"Yobaz'ın yek gün'ü" desek değil, "Gallipoli", "Mustafa", "Mustafa Kemal" derken...
Atatürk halifeliği kaldırdı, İslamiyeti değil.
Cumhuriyet 29 Ekim 1923'de ilan edildi.
Halifelik 3 Mart 1924'de kaldırıldı.
Dolayısıyla sizin o altını kalın kalın çizerek sarfettiğiniz, “Laik Türkiye Cumhuriyeti, İslamiyet'in başı olan Halifeliği kaldırarak kurulmuş bir devlettir” ifadesi külliyen yanlıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, 7 düvele karşı savaş verilerek, üç kıtaya yayılmış Türk topraklarından kurtarılabilen kadarı üzerinde kurulmuş bir Türk ‘Cumhuriyet’idir.
"Hepimiz Askeriz" ama hangi Türkiye'nin Askeri?!
Cevap:
Atatürk Türkiyesi'nin nefer'iyiz?!
Tarihte yaşayan Atatürkler ölmez, her dönemde ete kemiğe bürünüp ortaya çıkarlar, ne var ki fani olan Mustafa Kemal'ler ölür, Anıtkabir ne yapsın?!
Mustafa Kemal, zor şartlar içinden geçerek çağ'ın ruhu'na uygun çözüm'ü üretti, hadiseye böyle bakmak elzem.
Türk demek, adalet demek, cesaret demek, feraset demek.
Türk'ün aklı, yani cesareti, feraseti, adalet'i olmadan cihan'a hükmetmek mümkün mü?!
Nitekim...
Atatürk, vatan'ı Atatürk kitap'ları yazarak, ekran'da tarih anlatarak kurtarmadı.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kimler aşağılamış, kimler aşağılatmış, kimler bu aşağılama'ya seyirci kalmış, yek tek ortada?!
Gerçek'i ortaya koymaz isen ne olması bekleniyor!
Bir anda nurlanan okur, nirvana'ya tırmanıp, perde arkasındaki saklı sırlara mı vakıf olacak?!
Kaldı ki, gazetecinin, habercinin görevi "gerçeklik çerçevesi"nin içinden geçmek, hakikat ne ise aramak, ortaya koymak.
Yobaz BOP'ta kavramların içini boşaltmakla kalmadılar, mesleklerin içini de boşalttılar.
Başta Anayasal düzeni değiştirme iddiası olmak üzere, Atatürk Türkiyesi'ni ortadan kaldırmak için her türlü kanun dışı, hukuk dışı yola başvuran Gülen Cemaati'dir ve "o kafa", "o zihniyet"tir.
Bugünkü yanlışlara direnip yarınki felaketlere engel olabilmenin en önemli şartlarından biri, geçmişi doğru ve iyi öğrenmektir.
“Cumhuriyet döneminde İslam yasaklandı” diyen din tüccarlarına karşı doğru ve etkili tepki verebilmenin yolu, geçmişte ne olduğunu iyi öğrenmekten geçer.
Cumhuriyet, bu topraklarda yaşayan insanları dinsizleştirmediği gibi, din eğitimini yaygınlaştırarak ve dine duyulan saygıyı artırarak, gerçek dindarların artmasını sağladı.
Hal böyleyken...
“Herkesin bir acısı vardır” demiş ya şair..
Benim acım ne yazık ki bireysel değil...
Her milli bayramda iktidar sahipleri ya birden bire hepsi hasta olur, ya da bir bahane uydurulur sırf Milli Bayramlar kutlanmasın diye..
Bu yıl da Corona bahane olur mu?!
Madenci çocuk ne diye haykırıyordu; "Babamın hakkını verin, ben okula giderken cebime harçlık koyamıyor!?"...
Servisçi ne diyordu; "Açız, evimize ekmek götüremiyoruz!"
Gelen cevap; "Abartmayın!"
Bu ülkede evine ekmek götüremeyen, geçinemeyen, çocuğuna harçlık veremeyen bir tek bu kadar mı?!
Milyonlarca işsiz, milyonlarca aç var!
Ülkeyi yönetenler, bir eli balda bir eli yağda yaşarken, yoksul halka “yoklukta sabredin” diyor!?
Devlet olmuş bir keser, ha bire kendine yontuyor ama bu devran böyle gitmez!
Bakarsınız, bir gün Halk akıllanıp, ona küser?!
Atatürk, daha 1937 yılında bugünleri görmüş; "Ortadoğu’nun Batı Emperyalizminin kölesi olmasına izin vermeyeceğiz” dememiş mi?!
NUTUK’tan; "Efendiler, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek, onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü onların da aslında ve tabiî olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara’da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar.”
Fahrettin Altay Paşa; Atatürk'e “Paşam, benim dikkatimi çekmiştir. Cumhuriyetimizin ilanının 29 Ekim gecesine denk gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi” deyince Atatürk; “Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da itilaf devletlerinin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik,fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hâsıl oldu. Mütareke, 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet, kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki, o zamanki devletler bunu anlamışlardır. Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür” der.
Mustafa Kemal Atatürk; esaretten 1 gün önce cumhuriyeti ilan ederek bir anlamda öc almak istemiştir ve "Ben 30 Ekim’i tanımıyorum! Sizden bir gün öndeyim. Siz 29 Ekim’i tanıyacaksınız!” demiştir.
Cumhuriyetin ilan edildiği gün ATATÜRK; “Efendiler, asırlardan beri doğuda haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu. Son yıllarda milletimizin fiilî olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkında kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükümetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir.”
Bakın, "Kurtuluş Savaşı" nasıl kazanılmış:
Anneannemin anlattığına göre, köyümüze Yunan girmiş.
Köyde eli silah tutan herkes "Kurtuluş Savaşı"na katılmak için gitmişler.
Köyde sadece kadınlar, çocuklar ve yaşlılar kalmış.
Köyümüzün şansına mı desem, Yunan komutanı çok merhametli birisiymiş.
Köylüleri köy meydanına toplamış; "Bu savaş, devletler arasında. Halkın hiçbir günahı yok. Siz bize bir kötülük yapmazsanız ve dediklerimi dinlerseniz, köy halkına zarar vermeyeceğiz, sizden istediğim tek şey askerimi aç-susuz bırakmayın, biraz yemeğinize ortak olacağız ama ekmeklerini ve yemeklerini yapın aksatmadan” demiş...
Köy halkı sessizce dağılmış ama birkaç gün sonra komutandan habersiz askerlerden bir kaçı hamile kadınları bulup süngüyle karınlarını deşmiş, biraz irice erkek çocuğu görünce vurmuş; "Bunlar Mehmet olup bizi öldürecek” diye.
“Kızlarımızı ve gelinlerimizi samanlıklara, samanların altına sakladık” demişti, anneaannem...
Bir gece yarısı Yunan komutan bütün köyün kapılarını tek tek gezerek "Bu gece köyünüzü yakacaklar, kaçın dağlara" demiş.
“Sessizce ahırların kapılarını açıp, sadece çocuklarımızı alıp, dağlara doğru yola çıktık. Göz gözü görmüyordu, el yordamıyla kaçıyorduk, hiç konuşmadan. Zeliha teyzenin baş parmağı niye çok büyük diye sormuştun ya, biz kaçarken kırkım yeni çıkmıştı. İkizlerim kucağımda ağlamaya başlayınca millet homurdandı, düşman duyup uyanacak diye. Ben de ağlaya ağlaya onları bir çalının dibine sokuverdim giderken, uzaktan içimiz kan ağlayarak seyrediyorduk köyümüzün cayır cayır yanmasını ve hayvanların bağırışlarını...”
"Nineciğim, neler çekmişsiniz" diye sarılmıştım...
“Gün ağarmaya başlayınca, silah sesleri gelmeye başladı.
Türk askeri yetişip, Yunanı sürüp çıkarmıştı köyümüzden...
Hepimiz, korka korka köye dönmeye başladık.
Her önüme çıkan çalının altına bakıyordum, kulak kabartıyordum ama sesi gelmiyordu.
Sonunda buldum çocuklarımı, oğlan olanı zaten çelimsizdi...
Kızım, baş parmağını emmiş, biz dönesiye...
İşte, o yüzden büyüktü teyzenin parmağı.
Bağrıma basıp emzirdim hemen yarı baygın çocuğumu...”
Hem anlatıyor hem ağlıyordu...
“Köye bir döndük ki, Yunan Komutanı'nı köy meydanına asmış kendi askerleri, bize haber verdiğini anlayıp...
Onun adı İlyen mi Liğen mi neydi?!
Köylü, minnetini belirtmek için onun adını koydu köye.
Yunan adı diye değiştirip, sonradan Üçlerkayası yaptılar köyümüzün adını” dedi.
“Yanan, sadece evler, hayvanlar, sokaklar değildi.
O zamanlar, köyümüzde ulu ulu ceviz ağaçlarımız vardı.
Çuvallarla ceviz toplardık, kışın ocak başında yerdik.
Üzüm bağlarımız vardı; siyahı, kınalısı, sarısı, yeşili...
Harman zamanı o sıcakta kütür kütür sulu sulu hararetimizi alırdı, tazesini yerdik, kuruturduk, Ramazanda sahur gecelerinde bükmenin yanına hoşaf yapmak için...
Sadece pancar pekmezi yapmazdık o zamanlar, üzüm pekmezi de yapardık; her derde deva, sabahları tarhana çorbasından sonra ekmeğimizi bandıra bandıra yerdik, yeni doğum yapmış kadınlara tereyağı eritip içine biraz da pekmez koyar, ılık ılık içirirdik, yarası beresi çabuk iyileşsin diye.
Tütün tarlalarımız vardı, erik, elma, armut bahçelerimiz vardı, hepsi yandı, kül oldu, sadece köyümüz değil, ciğerlerimiz yanmıştı..."
Sormuş bulundum bir kere, hem ağlayıp hem anlatmaya devam ediyordu, ona kıyamıyordum ama sözünü de kesmek istemiyordum...
"Peki anneanne, niye şimdi hiç ceviz ağacı, üzüm bağları ve tütün tarlaları yok?" dediğimde, derin bir iç çekti:
"Kurtuluş Savaşı'na giden gençlerin çoğu dönmedi, ne eli kınalı kadınlar dul kaldı bir bilsen, erkek kalmadı köyde.
Köy de böyle yanıp kül olunca hem bağ bahçeyle uğraşacak kimse kalmadı, hem de mecalimiz kalmadı, işin doğrusu o günleri hatırlatacak diye bir daha elimiz de varmadı hiçbirini ekip dikmeye...
Köyün dışındaki bahçelerde kalan erik, elma kaldı, kala kala...
Yoksa envai çeşit meyveler vardı köyümüzde."
Gazetelerde, televizyonlarda boy boy toprak işgalinden söz ederiz de, zihin işgalinden hiç dem vurmayız.
Halbuki, zihinler işgal edilince, toprağın da gideceğini hesaplamayız hiç...
Tarihi gerçekler çarpıtılıyor, görmezden geliyoruz...
Cumhuriyetin altı oyuluyor, seyirci kalıyoruz?!
Zihin işgaline ve eğitime sahip çıkmıyoruz!
Bizim, Türk Milleti olarak, Tarihi, Cumhuriyeti bilmiyorum deme lüksümüz yok!?
NUTUK okuyup, Cumhuriyet Tarihini; KUR’AN’ın Türkçesini okuyup, dinimizi okuyup, araştırıp, öğrenip, öğreteceğiz!
Bugün yaşadığımız sorunların büyük bölümü; Cumhuriyet ruhunu, önce kendimizde sonra çevremizde içselleştiremediğimizden...
O yüzden de cehalet arttı, bununla beraber ihanette de arttı!
Dün, Atatürk’ün düşündüğünü, bugün, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron uyguluyor?!
"Dinin çocuklara devletin kontrolünde öğretilmesi; çağdaş uygarlık prensipleriyle uyumlu biçimde yorumlanması ve bu çağdaş yorumun toplumda memur imamlar vasıtası ile icra edilmesi."
Ben yıllardır yazıyorum, gerçek dininizi öğrenmek istiyorsanız, KUR’AN’ı KERİM’i kendi dilinizde okuyun diye.
Macron duygularıma tercüman olmuş...
Ama ne yazıktır ki, Atatürk’ün bu amaçla kurduğu Diyanet, başka şeylere hizmet ediyor!?
Bunların Atatürk’ün fikirleri olduğunu bilenler, oy kaygısıyla Atatürk’e bir süreliğine dil uzatmaya ara verip, bunu Macron üzerinden mi yapıyor, dersiniz?!
Unutulmasın; biz futbol takımı tutar gibi parti tutar, birbirimizle kavga edebiliriz ama ülkemizi bölmek isteyenlere karşı birlik oluruz!
Eren Erdem'in de dediği gibi “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir.”
Ve pandemi koşullarına uygun şekilde kutlanacaktır.
Biz Türkler, pandemi şartlarına uygun biçimde, tarihimizin bu önemli sıçramasını anacak ve kutlayacağız, hem de dünyanın dört bir yanında!
"Önder" Mustafa Kemal Atatürk, Dünya'yı yendiği için değil, çağ'ın ruhu'na hitap eden 'yüksek matematik'in içinden geçtiği için başardı; düşman'a diz çöktürdü, çaresiz bıraktı, laik, çağdaş cumhuriyet'i ihdas etti, ölmeden önce de genç'lere emanet etti.
Mustafa Kemal Atatürk’ün gizli bir defteri ya da vasiyet’i yok!
İstihbari mavra!
“Lüzumsuz çaba”!