"Amirallere Suikast" soruşturması sırasında 19 Aralık 2009 tarihinde hayatına son veren Yarbay Ali Tatar'ın ölüm yıl dönümünde, ağabeyi Ahmet Tatar gazetemizde yazdı. Tatar, "Biz, acılarımızı yüreğimize gömmeye, davamızı kendimizle birlikte Hak’ka götürmeye, isyanımızı derin kuyulara, sonsuzluklara haykırmaya hazırız" dedi.
FETÖ'nün “Amirallere suikast” kumpasları sürecinde hakkında ikinci kez tutuklama kararı verilmesi üzerine, yaşamına son veren Yarbay Ali Tatar, vefatının 12'inci yıl dönümünde anılıyor.
"Siyasi iktidar, bütün gücü ile, yargı içine yuvalanmış Fetullahçı çetelere destek veriyordu" diyen Yarbay Tatar'ın ağabeyi Ahmet Tatar, gazetemize şu satırlarla anlattı:
"İNSAN HAYATI DEDİĞİN NEDİR Kİ?"
"Güzel başlayan bir akşamın zifiri karanlığa teslim oluşu ve sofradaki aşa ölümcül bir zehirin karışması. Derin bir iç çekiş, içten gelen bir söz, bir yüreğin kasılıp hızla kan pompalaması bedene. Bir vazgeçiş, sevdiklerine son bir bakış ve bir kurşun sesi ile parçalanan zaman.
Sonra derin sessizlik. Bir ah, duyulmaya çalışılan son kalp çarpıntısı ve bu dünyanın düzenine ağız dolusu isyanın çığlığı.
Sözcük bulmadaki yoksulluk, gelmekte olana takoz olamamak, altında ezilmek.
Son sorular, son hissediş, son koşuşturmada yetişememenin derin çaresizliği.
Kırılan camlar, yok olan, kökünden sarsılan hayatlar.
****
İlk sorguya çağrılıp özgürlüğü elinden alındığında, iftiralara karşı isyan ederken, günün geceye, umudun çaresizliğe dönmeye başladığı anlarda Ali elimizden, bu hayattan yavaşça sıyrılmaya başlamıştı aslında.
Hala onu tutamamanın, önüne duramamanın keşkelerini yaşayıp duruyoruz.
12 yıldan sonra o güne, o geceye ait yeni bir şey hatırlayıp hala kendimizi sorguluyoruz. Yapabileceklerimizin, yapamadıklarımızın üzerinde kafa yoruyor, hayıflanıyoruz. Sanki zamanı geriye akıtmak mümkünmüş, sanki uzatsak elimizi Ali’yi tutabilecekmişiz gibi bir yanılsamanın içinde buluyoruz kendimizi. Biliyoruz, bu hal biz yaşadıkça bitmeyecek.
Oysa Yarbay Ali Tatar devletin, canı üzerine yemin etmiş bir askeriydi.
Nihayetinde, hakkında tekrar tutuklama kararı çıkarılmıştı ve komutanlık da onu teslim etmeye hazırlanıyordu. Buraya kadar her şey normal sayılabilirdi.
Fakat komutanlığın “yanlış anlaşılır” kaygısıyla, hastaneye sevkine karşı çıkması; bütün ısrarlara rağmen bir doktor müdahalesini bile kabul etmemesinde bir gariplik yok muydu?
Görünür bir gerçek ortadayken, “Nasılsa gideceği yerde doktor var” “Muayenesiz sorgu olmuyor” gibi mazeretlerin arkasına saklanılması normal miydi?
Peki, bizim bunca telaşımız, Ali’nin “Bir daha o deliğe geri dönmem” demesi neyin nesiydi?
Ne olmuştu? Nasıl bir iklim yaşanıyordu da bizler Alimizi, bu derece uçurumun kıyısında ve tehlikede hissediyorduk?
Kâğıt üstünde en güvenilir olması gereken kurumlara neden itimadımız kalmamıştı?
O günün muktedir ağızlarına bakarsanız, “Herkes yargılanmalı”, “Herkes adalete güvenmeli”ydi. “Bırakınız savcılar, mahkemeler işini yapsın” diye üstümüze höykürüyorlardı.
Peki, yalnız biz mi fark etmiştik devletin içine yerleşmiş olan bu Fetullahçı canavarını? Yalnız biz mi görüyorduk bu denetlenmeyen, hatta medya kanallarıyla şişirilip, pohpohlanan savcı, kılığındaki haydutları?
Ne yani, biz bu devletin vatandaşları olmaktan çıkmış mıydık?
Bizler için ayrı ayrı fermanlar yazılıp uygulanırken, devletin temeli olan hukuk, adalet nasıl oluyor da bizden esirgeniyor; lekelenmeme hakkımız hiçe sayılıyordu?
Biz neydik, kimdik de bizim için özel yetkili mahkemeler kurulmuştu? Darbe olmuş da bizim mi haberimiz olmamıştı.
Ne olmuştu da adeta bizleri ezip yok etme isteyen bir devlet gücü ve onun kararlılığı ile karşı karşıya kalmıştık.
Nasıl bir ortaklıktı bu?
Siyasi iktidar, bütün gücü ile, yargı içine yuvalanmış Fetullahçı çetelere destek veriyordu.
Çok önceden kumpaslar kurulmuş, içimizdeki hainler ve emniyetteki militanlar eliyle düzmece deliller üretilip yerlerine yerleştirilmişti. Sanık yapılan Atatürkçü subaylar, medyadaki borazanlar eliyle acımasızca infaz edilip, son darbeyi vurmak üzere Fetullahın savcılarına, tiyatro mahkemelerine teslim etmişlerdi bile.
****
Evet kumpaslar döneminde kadre uğrayan, zulüm gören yüzlerce masum insan da bizim gibi hala kendilerini sorguluyor.
Hep birlikte nerede, ne hata yaptığımızı bulmaya uğraşıyoruz. Sahip çıkmamız, korumamız gereken değerlere neden yeterince sahiplenemediğimizi, yapmamız gerekenleri neden yapamadığımızı, nerede eksik kaldığımızı tartışıyoruz. Yapılan bütün eleştirileri anlamaya çalışıyor; çoğu zaman da suçun büyüğünü kendimizde buluyoruz.
Fakat, baştan beri büyük bir haksızlıkla, hukuksuzlukla karşı karşıya kaldığımızı biliyoruz ve tüm bunlar başımıza gelirken devlet organlarının neden bir refleks göstermediğini sorgulamadan edemiyoruz?
****
Zaman geldi geçti. Devletin içindeki “parelel yapı” ifşa oldu. Ortaklıklar bozuldu. Darbe fırsata çevrilip yepyeni bir sistem kuruldu.
“Gidin yargıda aklanın kardeşim” diyerek bizi çakalların önüne atanların tehlikeyi görünce Fetullahçı savcıların çağrılarını yok saydıklarını, onların yetkilerini kaldırdıklarını gördük.
Demek ki, kanunlar sadece bize işletildi ve o savcı, hakim kılıklı FETÖ militanlarının dişleri ancak bize geçti.
Peki, o gün bizim güvenimizi boşa çıkaran devlet mekanizması, yaklaşık 10 yıl devam eden Fetullahçı karanlık dönemin sonunda ne yaptı?
Bunca kaybedilen can için, hayatları altüst olan ve sonuçta masumiyetleri tescil edilen insanlara ne dedi?
Yaşananlarla ilgili sorumluluğunu kabul mü etti?
Onların yaşamlarını tamir etmek için bir adım mı attı?
Onlardan özür mü diledi?
Yargıtay kapılarından kovulmamızı, hukuku Fetullahın paspası haline getirmiş militanların buralarda neredeyse korunmasını, parası olanın, yukarlarda adamı olanların hiçbir şey olmamış gibi işine gücüne devam etmesini, yükselmesini nereye sığdıracağız?
Peki devletimiz bu tavrını ne zaman değiştirecek?
Ne zaman bizlerin de eşit vatandaşları olduğumuzu hatırlayacak?
****
“Helalleşme” tartışmalarının yaşandığı şu günlerde elbette ki, toplumun barışmasını, kutuplaşmaların ortadan kaldırılmasını son derece önemsiyor ve zorunlu görüyoruz.
Kabul etmek zorundayız ki, kimse yarasız değil. Hepimizin travmaları var.
Ya kinimizle, nefretimizle birbirimizi yemeye devam edeceğiz; ya da bunun ülkeye verdiği zararı görüp yeni bir yol deneyeceğiz.
Birbirimizi anlamaya çalışacağız.
Ancak yeni bir sayfa açacaksak, modern devletlerde esas olanın, yüzleşme ve açık yüreklilikle hesaplaşma olduğunu, bunun da yolunun hukuktan ve adaletten geçtiğini hatırlamamız gerekiyor.
Tüm bunlardan öte, Yarbay Ali Tatar’ın ailesi olarak; bu helalleşme ve hesaplaşma tartışmalarının bir adım dışında durduğumuzu beyan ediyorum.
Bu devleti yönetenler, yönetmeye talip olanlar, neyi nasıl yapacaklarsa yapsınlar. Yeter ki, bu ülkede hukukun üstünlüğü hakim kılınsın.
Yeter ki, çocuklar, gençler geleceğe yeniden umutla baksınlar. Yeter ki, yaşlılar sonbaharlarını kaygısız, sıkıntısız yaşasınlar.
Yani şairin dediği gibi; yeter ki, “Yaşamak, sevmek gibi gönülden”, şikâyetimiz zamansız “ölümden olsun”.
Biz, acılarımızı yüreğimize gömmeye, davamızı kendimizle birlikte Hak’ka götürmeye, isyanımızı derin kuyulara, sonsuzluklara haykırmaya hazırız.
Tek dileğimiz, tüm farklılıklara karşın; bu ülkenin bütün insanlarının, bütün toplulukların, birbirinin hakkına, hukukuna saygı duyması; kendisi için talep ettiklerini başkaları için de hak görmesi ve bunu samimiyetle içine sindirmesidir.
Emin olun ki, bu olduğu gün Yarbay Ali Tatar’ın ruhu huzur bulacak, ruhu şad olacaktır"