Acısıyla tatlısıyla anılarımız zamanda yolculuk gibidir; bir anımız başka bir anımızı çağrıştırır, geçmişte gezinir dururuz. Yolculuğumuz bitince de başladığımız yere döneriz.
Anılarımı aklıma geldiği biçimde, herhangi bir kronolojik sıra izlemeden yazacağım.
Altmış beş yıllık sevgili arkadaşım İpek (Soykan Gürkaynak) çok düzgün bir kızdı. Formasını lekelemez, çiviye takıp yanlışlıkla yırtmaz, ayran ya da gazoz içerken üstüne dökmez, çoraplarını çamur içinde bırakmazdı. Maalesef annelerimiz arkadaş oldukları için annem de belli ki İpek üstü başı pırıl bir biçimde okuldan döndüğünde bu durumu gözlemişti. Bana sıklıkla, “Bir gün de evden çıktığın gibi geri dön. İpek’ten örnek al” diyerek farkında olmadan içimden arkadaşıma “kötü örnek” olduğu için kızmama neden olmuştu.
Ben T.Eğ.D. ANKARA KOLEJİ mezunuyum. Ankara koleji tektir, özeldir; şimdiki öğrencilerimiz ne acı ki yalnızca “TED’liyim” diyor ve kendilerini sıradanlaştırıyor. Bir sürü TED koleji var ama her biri gibi bizim okulumuz da farklıdır. Ben her zaman okulumu çok sevmişimdir, okulda çok güzel vakit geçirip harika anılar kazandım. Mezun olduk, okula giydiğim siyah dar eteğimi üstündeki ayran, mayonez, tebeşir vb lekeleriyle, çiviye takılıp delinmiş, kenarı hafifçe sökülmüş haliyle başucumdaki duvarıma astım. O zaman da pasaklı bir insan değildim ama her bir lekenin, deliğin ya da söküğün bir anısı vardı. Aradan biraz zaman geçti bir gün baktım eteğim yine duvarda ama güzelce yıkanmış, ütülenmiş, olabildiğince de onarılmış. Yüreğime indi; anılarımı yıkadığı için anneme küsmüştüm. İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur sözü benim için on yedisinde odur olarak değiştirilebilir.
Can arkadaşım Seren (Çerçel) de benim gibi okulumuza çok düşkündü. Birlikte çok eğlenirdik o nedenle de ders çalışmaya pek hâlimiz kalmazdı. (İkimiz de sene kaybetmeden mezun olmuştuk; yani biraz sorumluluk da taşırdık.) Bizim zamanımızda her dersten ayrı, ayrı sınava girilirdi. Sınavlar bitti okulla ilişiğimiz kesilecek bari oturduğumuz sıralarımızla hak ettikleri biçimde vedalaşabilmek için bir gezinti yapalım dedik. Altıncı kattaki sınıfımızdan üzerinde çeşitli anılarımızın bulunduğu sıralarımızı teker, teker ve birlikte indirdik. Kapıdan çıkarırken bekçimiz Alo’ya (Alo’nun adını hâlâ bilmem. Çok şeker bir adamdı; bizlere “donkeyler” derdi.) kat muavinimizin sıralarımızı karşı kaldırımda bulunan Orta Okulumuza götürmemizi istediğini söyledik. Bir sorun çıkarmadı. Sıralarımızı iterek Kızılay’a (Ankara’nın meşhur Kızılay’ı) götürecek ve sonra geri getirecektik. Evlerimize götürmemize annelerimiz asla izin vermeyecekti nasıl olsa. Ne yazık ki, şeytanın kör taşı Fransızca Öğretmenimizle karşılaştık; ne yaptığımızı sorunca da programımızı açıkladık. Bizim ne zaman büyüyüp akıllanacağımızı sorarak onları hemen yerlerine geri taşımamızı buyurdu! Hem hevesimiz kursağımızda kalmıştı hem de boşuna yorulmuştuk.
Bir gün Seren’le birlikte dolmuşa bineceğiz. O zaman steyşın arabalar da dolmuş yapılırdı. Önde Şoförün yanına iki kişi, ortaya iki kişi, arkaya da üç, bazen de dört kişi oturulurdu ve dolmuş şoförlerinin her zaman aceleleri olurdu. Biz bir ayağımız dolmuşta öbürü yerdeyken hafifçe ilerlemeye başlayan dolmuşa alelacele önde Seren sonra ben binmeyi başardık. Seren orta sıraya atmıştı kendini, ben de onun yanına oturdum. Başımı çevirince hayretler içinde arkadaşımın bir baş uzadığını görürken kendisinin aceleyle bir subayın kucağına oturmakta olduğunu fark ettim. O da durumu anlamıştı tabii. Subayın şaşkın bakışlarını görünce beni gülme tuttu, ben gülünce durumun garipliğinden çok utanmış olan Seren de tutamadı kendini. Biz kahkahalar içinde ve oldukça mahcup, dolmuştan indik. İnerken subayın şapkasına baktım, yamyassı olmuştu. Garibim belli ki binince şapkasını kucağına almış Seren de düzlüğü görünce koltuk sanmıştı.
Lise bitirme sınavlarına giriyoruz arka sıralardan bir öğrenci sürekli ayağını yere vuruyor ben de acaba ne yapmaya çalışıyor diye şaşırıyorum; derken sevdiğimiz gözlemci bir öğretmen kulağıma eğilip “kızım Emine seni çağırıp duruyor arkaya baksana” diyerek beni uyardı. Emine isimli birini tanımıyorum ama yine de ne olur ne olmaz diye baktım ki Serap (ilkokuldan bu yana can arkadaşım Serap Emre Yağız) bir türlü bakmadım diye öfkelenmiş, bana kopya vermeğe çabalıyor. Her zamanki iyi kalpliliği ile benim de sınavı vermem için yardım etmeğe kalkışmış. Herhalde beni uyaran öğretmenimiz Serap’ın adını Emine zannetmiş olsa gerek. Hem bu sınavı geçtim, hem de Seren ve ben birçok sınavda onun sayesinde kötü not almaktan kurtulduk; soruları kendisi bitirdikten sonra sınav kâğıdını bizlere gösterir hayatımızı kurtarırdı.
Seren, Serap ve ben birlikte çok eğlenirdik. Üçümüz bir arada Dalton Biraderler (Red Kit) gibi olurduk.
Lise sonda okurken bir öğleden sonra bütün sınıf okulu asıp sinemaya gittik. Arkadaşlarımızdan biri yoklama defterini de getirmiş. Antraktta isimlerimizi okuyor bizler de “burada” diyoruz; tam yoklama bitti, ön sıralardan çok çekindiğimiz bir öğretmenimizin sesini duyduk, “ben de buradayım!” ne hale geldiğimizi tahmin edersiniz.
Ortaokula geçtim, küçük ablam Nurdan (Ayözger Sumer) lise öğrencisi. Ben aylaklık edip ders çalışmam, kırık aldığım zaman da üzülür, ağlarım. Nurdan her zamanki gerçekçiliği ile “ya çalış kırık not alma ya da kırık alınca ağlama” derdi.
Aşı olmaktan oldum olası çok korkarım; ilkokuldayken ter, ter tepinip aşı olmam diye tutturunca Nurdan’a haber verirler o, yanıma gelir zor şer beni ikna ederdi. Bir seferinde sıramın üstüne kapaklanıp ellerim ve ayaklarımla sırama iyice yapıştım. Zaten zayıf bir çocuktum, kat odacımız geldi beni sıramla birlikte havalandırıp aşı odasına koydu. Mecburen yine aşı olmuştum.
İlkokulu bitirdiğim yıl rahmetli büyük ablam Beldan (Ayözger Kabalak) nişanlandı. Nişanlısı sevgili Doğan (Kabalak) ağabeyim kendisine çeşitli armağanlar alırdı. Bir seferinde o günlerin çok moda olan bir parfümünü almış. Beldan’ın eşyaları ile oynamayı çok severdim. Yine bir gün odasında oynarken elim aseton şişesine takıldı şişe devrilerek ablamın babamın Amerika’dan getirdiği pek şık ve o günlerde çok moda olup Türkiye’de bulunmayan naylon jüponunun üstüne döküldü. Aseton değen kısım buruştu, örselendi hatta yer, yer delindi. Çok üzüldüm, telaşla aseton şişesini kaldırmaya çalışırken bu kez de parfüm şişesine çarptım o da yere düşüp parçalandı. Daha da çok üzüldüm.
Nurdan üniversitedeyken aynı zamanda çalışır bana da harçlık verirdi; ben de hepsini harcamazdım. Bir seferinde ay sonuna doğru kızcağız benden borç para istediğinde faizle vereceğimi söyledim, güldü ve tamam dediğin gibi olsun dedi. Bu durum bir iki kez tekrarlanınca şaka yollu anneme benim kendisine borç verdiğim zaman faiz de aldığımı söyleyince annem birden ciddileşti ve “sende hata bundan borç istiyorsun, biz ne güne duruyoruz. Ben şimdi onun harçlığını keseyim de görsün gününü. Bundan sonra senden borç istemek durumunda kalınca sen de o zaman ona yapacağını biliyorsundur herhalde” dedi. Doğrusu fazla sert olmuştu bu yanıt. Ailem bizi her zaman bütçemizi bileceğimiz şekilde büyütmüştür. Öğrenebilen öğrenir.
Son olarak, her zaman kendisini üçüncü ablam olarak gördüğüm Mine (Çapçı Tüzüner), Nurdan ve ben aynı apartmanda oturan koskoca kızlarken geceleri komşu camlarına erik atardık. Bir akşam adamın biri kapıya geldi “sizin evde üç genç kız var, bizim cama erik atıyor” diye şikâyetçi oldu. Babam hayretler içinde bizlerin yetişkin insanlar olduğumuzu söyleyip herhalde yanlış eve gelmiş olduğunu belirtti; biz ise sorguya çekilmeyelim diye hemen bizim odaya kaçtık.
Anılarımı yazdıkça yazasım geliyor. Sanırım devamı gelecek.