Anılar (2)

Çidem Ergüvenç'in yeni yazısı...

Bizim kuşağın gençlik yıllarında, şimdi ileri orta yaşımızı yaşıyoruz, Yeni Harman diye bir sigara piyasadaydı. Bugüne kadar içtiğim en güzel sigaradır. Açık somon rengi karton paketlerde yirmi yuvarlak sigara onar tane olarak paketlenmişti. Babam, ben ve Nurdan, artık kim Nurdan’ın olduğunu okurlarım biliyor, onu içerdik. Beldan, ki onu da tanıyorsunuz sanırım, Çamlıca sigarası içerdi. Dikdörtgen, üstünde çam resmi bulunan paketlerde satılan mentollü sigaralar. Bugünlerde sigaranın insanlığın en büyük zehir kaynağı olarak tanımlanmasına karşın hâlâ emperyalizmin en büyük gelir kaynaklarından biri olan sigaralar hakkında bir yazı yazmıyorum, yalnızca ilintili bir anımı aktaracağım.

Oturduğumuz apartmanın altındaki bakkala gittim sigaramı alacağım satıcı bütün ailemizi tanır bizlere saygı gösterirdi, kibarlık olsun diye kardeş demek istemedi besbelli, “kız biraderiniz az önce aldı” dedi.

Babam sigarayı azaltmak için ikiye böler ağızlıkla içerdi. Nurdan’la ben de sigarasız kaldığımızda babamın iki bütün sigarasını alır üçüncüyü ikiye bölerek itinayla paketin içine yerleştirirdik. Rahmetli babacığım bizimle yüzgöz olmamak için sesini çıkaramazdı.

Yine Seren’le bir anım. Bir ara hafiften kilo almış ben de onun fazla kilolarını ağzıma dolamıştım. Bir gün benim Yeni Harman paketimin üstüne oturmuş yanlışlıkla, kalktığında artık benim yirmi yassı sigaram olduğunu söylemiştim.

Anne-baba evinde mutfağımızın caddeye bakan geniş bir penceresi vardı. Kolej son sınıftayken bir sabah dışarı baktığımda iki tane eşeğin ölümlüne kavga ettiklerini gördüm. Hemen babama seslenip kapıcıya haber vermemizi istedim, rahmetli babam bir şey olmaz deyip başını umutsuzca salladı. Sonra Nurdan’a benim artık yetişkin bir kız olduğumu söyleyip bazı konularda beni aydınlatmasını istemiş. Ben onları kavga ediyor sanmıştım.

Benim bu konularda idrakim biraz zayıftır. Seneler önce yazlığımızda Temmuz sıcağında, öğle vakti tarlalardan geçip ekmek fırınına gidiyorum. Bir baktım ki köylü komşularımızdan biri tarlasında tırmıkla çalışıyor, az ötesinde de bir at güneş alnında ağaca bağlanmış. Hayvan sakat. Çok üzüldüm çiftçiye seslenip, “Aşk olsun Turgut, sakat hayvanı beş bacağıyla güneşte bağlamışsın. Hiç mi acımadın!” dedim. Adam tırmığına yaslandı, kasketini çıkarıp terini sildi, sonra da başını şöyle bir sağdan sola salladı. “Utandın değil mi yaptığına” diye üsteledim. Fırına gittim dönerken köylümüz hâlâ çalışıyor, at olduğu yerde ama sakatlığı geçmiş diğer atlar gibi yalnızca dört ayağı var.

Ben aslında teyzeme çekmişim. O da benim gibiydi. Teyzemin adı Muazzez’di biz ona kısaca Mazez derdik. Alımlı, çok şık, meslek sahibi güzel bir kadındı ama nedense hiç evlenmemişti. Merkez bankasında çalışırken akşamüstü bir arkadaşının nişanına davetli, meslektaşı diğer hanımlar gibi o da yanında getirdiği giysisini giyip öyle gidecek çünkü evlerine gidip üst baş değiştirmeğe hiç birinin vakti yok. Anakara’da Ulus Meydanında Merkez bankasında çalışıyor. Hazırlanmış bankadan çıkmış taksi beklerken bıçkın kılıklı bir adam hafifçe yaklaşıp, “bana kaça çalışırsın” demiş. Teyzem adamın niyetini anlamadığı için “Beyefendi ben zaten çalışıyorum” diye yanıtlamış.

Orta yaşını geçip, emekli olduktan sonra yine bir talibi çıktı. Peşinen reddetmemesini, tanıma fırsatı vermesini söyledik. Öğlen yemeğine çıktılar. Eve dönünce teyzem beni aradı, “Çıkışta bir yerde oturalım deyince bir arkadaşıma gideceğimi söyleyip atlattım. Beni taksiye bindirirken kolumdan tuttu, neyse ki üstümde pardösüm vardı ama yine de tedirgin oldum” dedi. Üstünde Hırka-i Şerif olmadığına göre bir sakıncasının bulunmadığını söyledim. Bana kızdı.

Evliliğimizin ilk yılları oğlumuz Kaan küçük, eşim işi gereği genellikle Ankara dışında, ben çalışıyorum ve pek çok sorumluluk üstlenmişim. Bir akşam dostlarla birlikte yemekteyiz. Lâf nasıl oldu bilmem hayat kadınlarına geldi. Ben bu deyimi hiç duymamışım. Beylerden biri hayat kadınlarının işinin zor olduğunu söyledi. Hemen lâfa girdim, “en iyi ben bilirim, gerçekten zordur” deyiverdim. Eşim Cengiz dâhil herkes hayretle bana bakınca açıklama gereği duydum, “benden âlâ hayat kadını olur mu? Evimizin, çocuğumuzun tüm sorumluluğu benim üstümde; ayrıca çalışıyorum biliyorsunuz Pakistan Büyükelçiliğinde yayın müdürüyüm. Yetmiyor bir de mütercim tercümanlık da omuzlarımda. Erkeklere hayat adamı deniyor ben de hayat kadınıyım” dedim. Bana uygun bir dille hayat kadınlarının ne iş yaptığını anlattılar.

Nişanlıyız, Cengiz’in dayısı mini golf oynanan bir kafe sahibi, birlikte gittik. Akşamüstü elektrikler kesildiği için birkaç tane mum yaktılar. “Aaa işte mumsöndü âlemi yapıyoruz” dedim. Cahilliğime verin, bu tabiri duymuştum ama asıl anlamını bilmiyordum.

Mazez’den bir anı ile yazımı bitireyim. İstanbul-İskenderun gidiş dönüş gemi yolculuğu yapıyoruz. Uğradığımız yerlerde uygunluğuna göre gemi ya limana yanaşıyor ya da açıkta demirliyor; takalar yolcuları karaya taşıyor. Rüzgârlı bir günde taka ile karaya çıktık; dönüşte rüzgâr artınca deniz bayağı dalgalandı. Takadan geminin merdivenine çıkmak bir mesele, çıktıktan sonra merdivenleri tırmanmak ayrı bir mesele. Teyzem güvertede bizleri izleyen çımacı kılıklı, yapılı bir adamı gelip yardım etsin diye işaret ederek yanına çağırdı. Adam kaytarmasın diye de, “sen şimdi bana yardım et ben gemiye çıktığımızda seni memnun edeceğim” dedi. Adam şevkle teyzeme yardım etti ama Mazez’in kastettiği yalnızca bahşiş vermekti.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Güncel Haberleri