Geçtiğimiz Pazar günü bu köşede yayımlanan köşe yazımın adı, "Kurtuluş Savaşı'nı, Dönem'in 'Derin Aklı' Mı Organize Etti?!" idi.
https://www.ngazete.com/kurtulus-savasini-donemin-derin-akli-mi-organize-etti-1717yy.htm
Bu yazımız okurlarımız tarafından büyük ilgi gördü.
Konuya ilişkin eleştiri ve görüşleri bu sütunlarda "okur mektubu" olarak bilgilerinize sundum.
Dün bu yazımla ilgili, Türkiye'miz'in ABD'ndeki Şikago Başkonsolosluğu'ndan da bir katkı mektubu geldi.
19 Mayıs 1919’un 100'üncü yılı münasebetiyle Şikago Başkonsolosluğumuzda düzenlenen programın açılış konuşmasını, halen İndiana Bloomington’da yaşayan ve 'hayattaki en büyük halk bilimcimiz' olarak kabul edilen, Cumhuriyetimizle yaşıt, Prof. Dr. İlhan Başgöz yapacaktı.
Kurtuluşa giden yolun hikayesini, Cumhuriyetimizle yaşıt, asırlık bir çınardan daha iyi kim anlatabilirdi ki?!
Lakin, ilerlemiş yaşının getirdiği sağlık sorunları sebebiyle, İlhan hoca, çok arzu etmesine rağmen orada olamadı...
Hazırladığı konuşmayı Başkonsolos Umut Acar okudu:
"Değerli Konuklar,
Ben, Cumhuriyetle yaşıtım.
Size anlatacaklarım, yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikayem olacaktır.
Cumhuriyet, yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur:
- 1856 Kırım,
- 1877 Osmanlı Rus,
- 1892 Yunan,
- 1911 Trablus,
- 1912 Balkan,
- 1914-18 Birinci Dünya Savaşı,
- Nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı.
Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir...
Ama bu zafer, vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir?!
Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz?!
Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
'Mektup saldım da, varmadı..
Tel vurdum, aynı gelmedi..
Alamanya harbeylesin!
Gayri kardaşım kalmadı...'
Savaş yılları, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etti.
Ekin tarlada çürüdü.
Toprak tohumsuz, evler erkeksiz kaldı...
Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda
Çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur.
Bu çöküşün en gerçekçi destanını, hemşehrim, Şarkışlalı Serdari yazmıştır.
Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer..
Elinde kamçısı, fakiri ezer..
Yorganı, döşeği mezatta gezer.
Hasırdan serilir çulumuz bizim..
Evlat da babanın sözün tutmuyor.
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,?!
Uşaklar çoğaldı, ekmek yetmiyor..
Başımıza bela, dölümüz bizim.
Benim, bu gidişe aklım ermiyor?!
Fukara halini kimse sormuyor?!
Padişah sikkesi, selam vermiyor?!
Kefensiz kalacak ölümüz bizim...
Savaş yılları Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş; onlar geri gelmemiştir...
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum.
Bu tabloda, Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür.
Ordu, Kanal bozgunundan dönmektedir.
Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü.
Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darmadağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor:
'Mehmedimi gördünüz mü?!
Mehmedim nerede?!
Mehmedimi gördünüz mü?!'
Falih Rıfkı Atay diyor ki:
'Ana, biz senin Mehmedini kumarda kaybettik...'
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği, çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır.
Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru, bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu.
Bu umudun adı, Mustafa Kemal Paşa’dır.
Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa, İstanbul’dan ayrılıyordu.
Yanında, 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu.
Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda,
Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına şunları söylüyordu:
'Bunlar, işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar.
Bildikleri şey yalnız maddedir!
Bunlar, hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar.
Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!'
Bandırma vapuru ile bu küçük grup, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca,
bir şarkı söylüyorlardı:
'Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!'
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur.
Tersine, memleket bir zifiri karanlıktır.
Adana Fransızlar,
Urfa Maraş,
Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş,
Başkent İstanbul İtilaf Devletleri'nin işgalinde,
Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor.
Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var.
15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış,
Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var...
Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını, yabancı şirketlerin elinde bulmuştur.
Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir.
Türkiye Cumhuriyeti, bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu, 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca, öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik.
Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı 'Demir yolumuz, bağımsızlık yolumuz' idi.
Tütün rejisi, 4 milyon Frank’a satın alınınca, bu sefer Ayıngacı'lar bayram etmişti.
Ayıngacı, 'tütün yetiştirici' demektir.
Köylümüz, yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi.
Tütün, ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı.
İndirse, kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu.
Bir Ayıngacı türküsü şöyle der:
'Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme...'
Cumhuriyet, savaşlardan çıkıp da ekonomik gelişmesine odaklanınca,
1930 'Dünya Ekonomik Buhranı' patlak verir.
Buhran'ın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur.
Buğdayın kilosu, 15 kuruştan 3 kuruşa düşer.
Köylü, gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur:
'Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı.
Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz.
Benim maaşım dahil, milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.'
Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince, memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur.
Bu nedenle, Cumhuriyet, ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir.
Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir.
Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben, çamurdan yaptığım kumbarama, her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım.
Bu ekonomik kalkınma hamlesini, bir yerli malı seferberliği izlemiştir.
Biz bayramlarda ziyaretçilerimize, şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik.
Çayı, Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik.
Çünkü şeker dışarıdan satın alınıyordu.
Cumhuriyet, yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini, demiryolları ile birleştirmek istemiştir.
Bu, bir milli savunma sorunu idi.
Atatürk diyor ki; '700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil!'
1932 yılında, ilk tren Gemerek’e ulaştığında, ben istasyonda idim.
Halkın tabiri ile kara treni, alkışlar ve 'yaşa, var ol' sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var...
İlk tren Erzurum’a varınca, belediye başkanı nutuk veriyor:
'Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı.
Sanmam ki, kar edeler!
Vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler!
Otobüsler aldı, yollar düzenledi..
Sanmam ki, kar ederler.
Bunlar hep sizin içindir.
Cumhuriyet, ayağıza kadar tren getirdi..
Bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız!'
O vakit bir vatandaş sorar:
'Peki, biz 57 gün ne yapacağız?!'
Değerli Dinleyicilerim,
Ben, 1929 yılından itibaren, Cumhuriyetle beraber iyili-kötülü olayların içinde çalkalandım.
Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum.
Bunların arasında, beni çok etkileyen bir olay var:
Mustafa Kemal Atatürk, 1937 yılında, Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi.
Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz.
Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki, gözlerine bakan çarpılırmış.
İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz.
Çarpılmadığımızı görünce, o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık.
Dersimiz, Hendese idi.
Yani Geometri..
Atatürk, dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı.
Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk.
Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi.
Biz o vakit üçgene müselles derdik.
Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu.
Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu.
Saadet, 'hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum' deyiverdi.
Matematik hocamız, müdür Ömer Bey sınıfta idi.
Atatürk aynı soruyu ona sorunca, Ömer Bey topu Bakanlığa attı.
Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı.
Atatürk kitabı istedi, o sayfayı buldu, yırtıp yere attı.
Sonra gidip, parmakları ile Yunan harflerini sildi, yerine a, b, c yazdı.
Bize; 'arkadaşlar, Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir!' dedi.
Aradan bir hafta geçmeden a, b, c’li yeni kitabımız geldi.
Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık, onun inanışında kuru bir slogan değildi.
Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı.
Bir gece, Atatürk kayıp!?
Polis ve jandarma seferber olmuş, her tarafı aramış, taramışlar.
Atatürk yok!?
Sabaha yakın, O'nu Samanpazarı’nda bir kahvede, halka karışmış, Zeybek oynarken bulmuşlar.
Cevat Dursunoğlu, şunları yazdı:
'Mustafa Kemal Paşa Erzurum kongresine gitmektedir, yıl 1919.
Ilıca köyüne varınca, bir ağacın altına oturup, kahve içmek isterler.
Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir.
Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır.
Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir.
İhtiyar çağrılır.
Paşa sorar:
- Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?!
İhtiyar:
- Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.
Paşa, sormaya devam eder:
- Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var.
Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun?!
Çukurova’da geçinemedin mi?!
İhtiyar Mevlut Dayı:
- O nasıl söz paşam?!
Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir.
Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk.
Ama duymuşam ki, Padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş!
Gelmişem ki, görim!
Kimin malını kime verir?!
Paşa, yanındakilere der ki; 'Arkadaşlar, bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur.'
Değerli dinleyiciler, size Atatürklü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım...
1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliğini ziyaret eder.
Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir.
Güneş doğarken Atatürk, Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler:
'Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum.'
Atatürklü Cumhuriyet, her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır.
Cezayirli gençler, Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken, ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyordu.
Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi, İngiliz parlamentosunda şöyle konuşuyordu:
'Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor.
İşte Türkler, kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı!'
Pakistan’ın ilk cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah, 30 ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti:
'Bu zafer, bütün esir milletlerin zaferidir.'
İngiltere Başbakanı Lloyd George, Çanakkale savaşının en büyük destekçisi idi.
Türkler, koca İngiliz İmparatorluğu'nu Çanakkale’de dize getirince, Lloyd George parlamentoda şöyle konuşacaktı:
'Tarih nadiren dahi yetiştirir, bizim talihsizliğimiz şu ki, böyle bir dahiyi bugün Türk milleti yetiştirmiştir, ne yapsak, ne tarafa gitsek, Mustafa Kemal’in iradesini kıramadık, ben istifa ediyorum.'
Değerli dinleyicilerim,
Ben, yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim.
Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla, bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyet'e karşı görevimi yaptım..
Genç arkadaşlarım,
Atatürk Cumhuriyeti, özellikle sizlere emanet etmiştir.
Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak, sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor.
Bu görevi başaracağınıza, ben inanıyorum.
Konuşmamı bitirirken, hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum..."
Hasılı:
Gazi, dönem'in zor şartları içinde ne hokkabazlık'a kafa yordu, ne de olmayacak dua'ya amin dedi.
Çağ'ın ruhu'na hitap etti.
Laik, çağdaş, ulus devlet Türkiye Cumhuriyet'ini kurdu, yüceltti.
Ezcümle:
19 Mayıs 1919, basit bir tarih değildir.
Sadece "Türk Milleti" için değil, "İnsanlık" için atılmış büyük bir adımdır.
O adım'ın ardından, 23 Nisan 1920 tarih'i geldi.
"Laik" Dünya'nın çivi'si 29 Ekim 1923'te Anadolu'da çakıldı.