Atatürk 4’üncü kez Bursa’ya gelmişti.
Takvim yaprakları 22 Eylül 1925’i gösteriyordu.
Bursa, Atatürk’ün devrimci atılımlar öncesinde halkın nabzını tuttuğu yerlerin en başında geliyordu…
Tanyeri’ndeki Hünkâr köşküne konuk edildi.
Gezi öncesinde, daha O gelmeden Bursa’da halk şapka giymeye, arakiyeciler de şapka yapmaya başlamışlardı.
23 Eylül günü Bursa Türkocağı’nı ziyaret etti. Kendisine fötr armağan edilmesi üzerine konuştu:
“Güzel bir serpuş (başlık) olan şapkadan pek az bir müddette dervişler, mürit ve hocalar da memnun kalacaklardır. Fatin (uyanık, kararlı) re zeki insanlar, gayr-i medeni bir kisve (giysi) altında kıymet-i zatiye ve ilmiyelerini (kişisel ve bilimsel değerlerini) kaybetmektedirler. Binaenaleyh, şerefli mevkilerini muhafaza için medeni kisveye bürünmek lâzımdır.
Başımızda ayrı bir alâmetle kendimizi cihan-ı medeniyetten (uygarlık âleminden) ayrı addetmişiz. Bugün şapkayı giydik. Bundan birçok ecnebiler memnun olmamışlardır. Çünkü onlar başlarındaki şapka ile bizden fazla birçok imtiyaza (ayrıcalığa) malik, olmuşlardır.”
27 Eylül’de Bursa Belediyesi önünde toplanan kalabalık bir grup, Cumhurbaşkanı’na bağlılık ve şapka konusunda destek vermek amacıyla başlarına çeşitli şapkalar giyerek Hünkâr köşküne çıktı.
Dr. Nazifi Şerif (Nabel) bir konuşma yaparak, Bursalıların Cumhuriyet’e, Atatürk’e ve inkılaplara bağlılığını dile getirdi. Ardından Atatürk köşk bahçesinde toplananlara seslendi:
“Arkadaşlar!
Bir zamanlar bu ulusun başına fes giydirebilmek için şeyhülislâmlar değiştirildi. Fetvalar çıkarıldı. Övgüye değer ki, bugün ulusumuz, böyle duygusuz, anlamsız, mantıksız araçların hiçbirine ilgi göstermiyor. Bu gibi yol göstermelere gereksinme duymuyor. Bizim yol göstericiliğimiz ise, ulusumuzdan aldığımız esinden başka bir şey değildir ve olamaz…”
O sırada 12 yaşında bir kız çocuğu köşkün yanındaki müstakil evin duvarından Atatürk’ü hayranlıkla izliyordu.
Geçen seneki ziyaretinde Atatürk’e ulaşmak istemiş, başaramamıştı. Bu kez kararlıydı...
Küçük kızın adı Sabiha idi. Savaş yılları çocuğu olduğundan ilkokula yeni başlayabilmişti.
Kafaya koymuştu, Atatürk’e ulaşacak elini öpecekti.
Bir sabah oturduğu evin bahçe duvarından köşke bakmak isteyince bahçede gezinen Atatürk’ü gördü. Vakit kaybetmeden duvardan atlayıp koşmaya başladığı sırada görevliler kendisine engel oldu.
Atatürk olanları görmüştü. Hemen işaret etti, “Bırakınız gelsin” dedi.
Sabiha şimşek hızıyla koşarak, heyecanlı bir şekilde Atatürk’e ulaştı.
Atatürk küçüklerle konuşurken onların heyecanını gidermesini, onların seviyesine inmesini, bilen bir liderdi. Sabiha’nın heyecanını fark etti, o heyecanını yatıştırdıktan sonra “Kimsin, kimin kızısın, beni neden görmek istiyorsun?” diye sordu.
Sabiha anne ve babasını kaybetmişti. Okumak ve hatta yatılı okula gitmek istiyordu. Derdini anlatmaya başladı:
“Anam babam yoktur. Abim İstiklâl Savaşı’na karışmış, dönüp gelmişti, fakat onun da çocukları vardı. Ben istiyordum ki ayrı bir okula gideyim ve orada yetişeyim.”
Atatürk hüzünlendi. “Peki”, dedi; “Ben seni evlât olarak alırsam gelir misin benimle beraber?”
Sabiha şaşkına döndü. Hiç beklemediği bir yanıttı. Biraz düşündükten sonra, “Aileme sorayım efendim” dedi.
Atatürk yanaklarını okşarken, ”Peki o halde”, dedi, “Abinin adresini ver. Kendisini ben buraya çağırtıp görüşeyim. Abin de müsaade ederse beraber benimle Ankara’ya gelirsin” dedi.
Abisi Neşed ailenin büyüğüydü. Subay olarak Kurtuluş Savaşı’na katılmış terhis olmuş ve o sene evine dönmüştü… Ertesi gün Atatürk’ün huzuruna çıktı, gerekenler konuşuldu ve eve döndü.
Sabiha’yı yanına çağırdı, “Gazi Paşa seni evlât olarak alıyor, onunla beraber gideceksin” dedi.
Ailesinden doğduğu topraklardan ayrılacağı için üzüldü ancak o üzüntü birden sevinç yumağına dönüştü.
Atatürk Bursa gezisini tamamladıktan sonra Ankara’ya Sabiha ile döndü.
Çankaya Köşkü’nde yaşamaya almaya başladı. Yatılı okula yazdırılmadı. Eğitimini Çankaya İlkokulunda almaya başladı.
Çankaya Köşkü küçük bir yerdi. Okulu Köşk’ün bahçesi içerisinde tek katlı eski bir binaydı. Sabiha, Atatürk’ü her gün görüyordu. Onunla beraber, aynı evde kalıyordu. Hemen her gün beraberdiler.
Sabiha yıllar sonra bir röportajında, (“Atatürk’den gördüğüm şefkati hiçbir zaman kendi ailemden görmedim, Atatürk her gün her şeyimle meşgul olurdu…") diyecekti.
Atatürk’ün Sabiha ile birlikte iki manevi kızı daha vardı; adları Zehra ile Rukiye idi. Aynı okula giderlerdi. Okulun öğrenci sayısı azdı. Yaverlerin çocukları, Salih Bozok ve Kılıç Ali’nin çocukları, Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Fuat Bulca’nın kızı aynı okula gidiyorlardı. Tek bir öğretmenleri vardı bütün sınıflara o öğretmen eğitim veriyordu.
Üç kız kardeş akşam yemeklerini köşkte yiyiyor, Atatürk yemek sonrası üç manevi kızının dersleriyle bizzat ilgileniyordu…
Çankaya İlkokulunun tek öğretmeni çok genç bir kızdı. Neredeyse çocuk denilecek yaştaydı.
Sabiha, Rukiye ve Zehra öğretmenlerini çok severdi. Ne var ki çocuktular, arada bir derslerini ihmal ediyorlardı. Akıllarına bazen oyun düşerdi.
Günün birinde Atatürk üç manevi kızını yanına çağırdı. İmtihan yaptı ama kızlarını başarılı bulmadı.
Atatürk birkaç gün sonra yine imtahan yaptı yine aynı başarısızlığı gördü. Hemen öğretmenle ilgili bilgi aldı ve çok genç olduğunu öğrendi. Üç kız kardeş ertesi gün okula gittiklerinde genç öğretmenlerini göremedi. Onun yerinde daha yaşlı, başlı bir öğretmen gelmişti.
Üç kız kardeş hüsrana uğramıştı. İlerleyen günlerde öğretmenlerine ters gitmeye başladı.
Günün birinde Sabiha ile Zehra dozu kaçırdı öğretmenlerine karşı geldi. Öyle olunca öğretmen de iki kız kardeşi kollarından tutup sınıfın dışına çıkardı, “Hadi” dedi, Gidin bakayım buradan!”
Sabiha ve Zehra ağlayarak köşke koştu ve tabii doğruca Atatürk’ün odasına. Ağlamalarının nedeni kendilerini Atatürk’e acındırmaktı.
Kızlarının o halini görünce üzüntüye kapılan Atatürk, “Ne oluyor?” diye sordu.
Atatürk yalanı sevmezdi. Kızlar olanları bir bir anlattı. Atatürk, sözleri bitince, “Şimdi siz çıkın, odanıza gidin.” dedi.
Kızlar odasına çıkarken Başyaverini çağırdı, “Doğru okula gideceksin durumu öğreneceksin” dedi.
Yaver gitti, geldi olanları kendisine anlattı. Atatürk Sabiha ile Zehra’yı tekrar yanına çağırttı:
“Siz büyük hata işlemişsiniz. Hocalara karşı böyle yapılmaz. Daima onları sevmek lâzım, daima onlara saygı duymak lâzım. Onlar sizi yetiştirecekler. Onun için şimdi gideceksiniz, hocanızdan özür dileyeceksiniz, elini öpeceksiniz ve devam edeceksiniz.”
O günden sonra iki kız kardeş derslerinde başarılı oldu.
Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Sabiha 21 yaşındaydı.
1934 yılında soyadı kanunu çıkarılmıştı. Herkes kendine bir soyadı belirlerken Atatürk de sevdiği kişilere soyadlarını bizzat veriyordu.
Bir gün sofrada yemek yenirken Sabiha’ya seslendi. “Sabiha, sana da bir soyadı vereceğim.” dedi ve kendisine ‘Gökçen’ soyadını verdi.
Gökçen, göğe ait, gök gibi, çok güzel kimse ve mavi gözlü anlamına gelen öz Türkçe bir anlam taşıyordu.
Sabiha’nın o güne kadar havacılığa merakı yoktu. O tarihlerde Sivil Havacılık Okulu yoktu, yalnız Askeri Havacılık Okulu vardı. Atatürk bir sivil Havacılık Okulu olmasını da düşünmüş, Türk Hava Kurumu’ndan Türk Kuşu ismi ile bir Sivil Havacılık Okulu açılmasına karar verdi.
Açılış törenine Atatürk Sabiha Gökçen’i yanında götürdü.
Tören sırasında tayyareleri gören Sabiha Gökçen’in ilgisi uyandı. Atatürk’ün talimatıyla bir tayyareye bindirilerek gezinti yaptı.
Paraşüt atlayışları yapıldı. Sabiha’nın mutluluğuna mutluluk katıldı. Bir ara Atatürk kendisine dönerek, “Bakıyorum ilgileniyorsun, asıl sen de yapabilir misin bunu!” dedi.
Heyecanla yanıt verdi, “Sevdim paraşütle atlayışı, yaparım. Ben de atlamak isterim” dedi.
Fuat Bulca Hava Kurumu Başkanıydı. Atatürk kendisine dönerek, “Bak Fuat Gökçen de atlamak istiyor.” dedi. Fuat Bulca, “Peki o halde, dedi hemen kaydedelim kendisini. Gelsin burada çalışsın” diye konuştu.
Paraşütçü öğretmenler çağrıldı. Sabiha Gökçen o günden sonra paraşütçü oldu ve gökyüzüyle buluştu. Onun gökyüzüyle buluşması ülkede yaşayan genç kızlarında havacılığa yönelmesine neden oldu.
Atatürk Sabiha Gökçen’in askeri havacı olmasını çok istiyordu. Ama o tarihlerde kadınların asker olması için bir kanun çıkmamıştı. Buna daha çok Mareşal Fevzi Çakmak mani oluyor hatta, istemiyordu. Atatürk de Fevzi Çakmak’ı sever kırmak istemezdi, bu nedenle ‘Kadınlar asker olsun’ diye bir kanun çıkartmadı. Atatürk Fevzi Çakmak’ın gönül rızası ile bu işe inanması ve teklifin kendisinden gelmesini istiyordu.
Sabiha Gökçen Askerî Hava Harp Okulunu bitirdi ve 1. Tayyare Alayında askeri stajını yaptı. Ancak bunlar resmi olarak değil özel olarak gerçekleşti. Askeri elbise giyiyor fakat rütbe takamıyordu.
Gökçen, yedi erkek öğrenciyle birlikte Kırım'a gönderilerek altı aylık yüksek planörcülük eğitimini Koktebel Yüksek Planör Okulu'nda tamamladı. Moskova'ya motorlu uçak okuluna gitmeyi planlıyordu. Ancak manevi kız kardeşi Zehra'nın ölüm haberini alınca bu düşünceden vazgeçerek ülkesine döndü.
Bir süre dünyaya küsen Sabiha, Atatürk'ün ısrarları ile yeniden çalışmalara başladı. Eskişehir Havacılık Okulu’nda Savmi Uçan ve Muhittin Bey’den özel uçuş eğitimi aldı. 25 Şubat 1936'da ilk defa motorlu uçak ile uçmaya başladı.
Gökçen'in, uçuş eğitimde gösterdiği başarılardan dolayı, Atatürk kendisine şunları söyledi:
“Beni çok mutlu ettin… Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim… Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın… Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır, tahmin edersin değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir’deki Tayyare Mektebi’ne göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin.”
Atatürk’ün dediği gibi oldu…
Sabiha Gökçen, 1940 yılında Hava Okulu’nda askerî coğrafya ve topoğrafya öğretmeni Üsteğmen Kemal Esiner ile evlendi ve eşine kendi soyadını verdi; ancak üç yıl sonra, 12 Ocak 1943'te eşini kaybetti.
1938 yılının 10 Kasımında Atatürk ebediyete uğurlanırken yanı başında Sabiha gözyaşlarına boğuldu.
Manevi babasını ölümü ardından hemen ordudan ayrıldı. 1954 yılında da Türk Kuşu’ndan…
Sabiha Gökçen 22 Mart 2001 tarihinde Gülhane Askerî Tıp Akademisinde 88 yaşında, kalp yetmezliği sebebiyle hayatını kaybetti.