“Ülke, devlet, insan yönetimi” siyaset olarak adlandırılıyorsa, bunun nasıl olması gerektiği hakkında kaç siyasetçi kafa yoruyor dersiniz?
Yıllardır süregelen tezleri bir yana bırakarak, gerçek anlamdaki bir devlet yönetimini sorgulamak isterim.
Bir lider bir ülkenin başkanı olmak adına çoğunluk sağlayarak seçiliyorsa eğer, seçmeyenlerini de aynı eşit şartlarda yönetmek zorundadır.
Aristoteles’in belirttiği gibi, “Gerçek siyaset adamının görevi mutluluk (Eudaimonia) konusuyla ilgilenmektir; çünkü yurttaşları erdemli, yasalara uyan kişiler kılmak devlet adamının sorumlulukları arasında yer alır. Böylece her devlet adamının ilk ödevi, siyasi anlamı olan mutluluk konusunda bir fikir sahibi olması; hatta fikir sahibi olmanın ötesinde sitenin, toplumsal, siyasal yapısını mutluluk ereğine ulaştırma çabasını eyleme geçirmesidir; çünkü insan kendini, başka bir şeyin aracı olmayan, salt kendi için istenen mutluluk (Eudaimonia) alanında gerçekleştirebilir...”
Bu tarihi söylemden yola çıkarak; “Yöneten kişinin erdemi ve adaleti olmazsa, yönetmesi de söz konusu olamaz. Yönetilen de erdemden yoksunsa yönetilemez. Çünkü böyle bir insan yöneteni dinlemez. Bundan dolayı hem yöneten hem de yönetilenin erdemli olması gerekir.” anafikri ile adaletli yönetimi özetlemiş olmuyor mu Aristoteles?
Oysa günümüzdeki yönetimlerde yöneten her kim olursa olsun eleştiri yolunu da kapatarak zaman zaman iktidarı ele geçiren tiranik güçlere karşı körleşmeye neden olmaktadır.
Geçmişteki yönetim şekilleri her ne kadar bir anahtar olarak gösterilse de, günümüzde bu anahtar pek de o kapıları açmakta kullanılmamaktadır.
Öyle ya da böyle…
Bir devlet lideri hangi görüşe sahip olursa olsun, vatandaşına karşı “onlardan biri” olduğunun mesajını verirse ancak güvenini kazanabileceği düşüncesindeyim.
Korkutan, halkının üzerinde tahakküm kurmaya çalışan, tehditkâr tavırlar içinde olarak karşıt fikirleri hiçe sayan ve sindirme yolunu seçen bir liderin, kuşkusuz günleri ve yılları tıpkı diğer liderler gibi iktidar süresi sayılı olacaktır.
Ancak tarihte nasıl anılacağı ise aşikârdır.
Siyaseti bilen, adaleti ilke edinen, doğruluktan ayrılmayan halkını ve ülkesini çok seven bir lider sadece hayallerde mi kaldı dersiniz?
Halk, devletine güvenmek ister.
Ülkesinde kul ya da müşteri değil, vatandaş olmak ister; işi, aşı olsun; geleceği güvencede olsun; huzuru olsun ister.
Adaletli bir yaşam ister.
Haksız yere mahkemeye düşmüşse, yargıcının vicdanına güvenmek ister.
Sizlere Türkiye’de insanların idamın geri getirilmesini, mezhep ve etnik ayrılıkların, insanların ötekileştirilmesinde kullanıldığı bir ülke istediğini, daha 4 yaşına yeni erişmiş çocuklarına, din eğitimi adı altında bir dolu hurafe öğretilmesini istediğini, haksız savaşlarda çocukları ölenlerin “şehit ana babası olmalarıyla” onur duyduklarını söylersem buna ne kadar inanırsınız?
Ben bunların hiçbirine inanmyorum.
Aslında sistem kısaca şöyle işliyor:
Yasama, yürütme ve yargı erkleri tek bir kişide toplanıyor.
Meclisin siyasi denetim yapması yasak.
İdarenin dış denetimi var gibi görünse de aslında yok.
Başkişiyi ve seçtiği Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlarını, suç işlemiş bile olsalar, ağzınızla kuş tutmadıkça, yargılayabilseniz bile cezalandıramıyorsunuz.
“Mutluluk” sözcüğünün unutulmak üzere olduğu, kutuplaşmanın her geçen gün arttığı ve ekonomik çöküşün ayak seslerinin duyulduğu Türkiye’de yukarıda yazılanlardan yola çıkarak sizlere bu ülkenin yönetiminin “ayrıştırıcı mı birleştirici mi” olduğunu sormak isterim.