Başlıksız

Çidem Ayözger Ergüvenç

Bu yazımda soğuk kış günü başına şapka takmadan sokağa çıkıp üşüten çocukları, saçı bozulmasın diye eşarp takmayan hanımları ya da karizmalarını çizdirmemek için şapka ya da bere takmaktan kaçınan beyleri kastetmiyorum. Şapkalar subay giysilerinin önemli bir parçasıdır. Siz hiç dışarıda şapkasız gezen subay gördünüz mü? Ama ben bunları da konu edinmeyeceğim.

Ne var ki şapkasız subay değil ama bir denizci teğmen arkadaşımın başına gelen bir tuhaflık aklıma geldi. Çok titiz bir insan olduğu için her hafta sonu üniformasındaki rütbeleri falan söktürür giysisini temizleyiciye yollardı. Giysiler geri geldiğinde de gerekli aksesuar yeniden dikilirdi. Bir Pazartesi sabahı arkadaşım tertemiz üniforması içinde, kendinden emin, yürüyerek iş yerine giderken gördüğü bütün subayları doğal olarak selâmlamış; subaylar biraz şaşkınlık içinde karşı selâm verirken insanların kendisine biraz da hayretle baktıklarına tanık olmuş ama bu durumu bir nedene bağlayamamış. Garnizona gittiğinde komutanına rastlayınca onu da tüm ciddiyet ve saygısıyla selâmlayınca adamcağız, “Oğlum rütbelerin nerede, neden giysilerine yerleştirmedin de subay şapkası takmış bir şef garson gibi geldin?” diye sormuş.

Neyse gelelim neden yazımın “Başlıksız” olduğuna. Bir başlık bulamadım. Aklıma gelenleri doğaçlama aktarmaya karar verdim; o yüzden başlıksız.

Okurlarım anımsayacaklardır, geçen yazımda kayınvalidem ile ilgili bir anımı aktarmıştım. Şimdi bir diğerinde sıra. Rahmetli televizyon dizilerinin bazılarını keyifle izlerdi. O günlerin en çok beğenilen dizisi “Köle İzaora” onun da favorileri arasındaydı. Bu dizi insanın içini bayacak kadar uzun sürdü; o kadar ki dizi başladığında gayet sağlıklı bir insan olan kadıncağız dizinin sonuna yetişemedi.

Hastalandı, hastalığı ilerledi, kendisinin yanında olmak için İstanbul’a gittim, Hastanede birlikte kalıyoruz. O günlerde yetmiş beş yaşındaydı. Bir gün, “Komşularımın hepsi yaşlarını küçültüyor, adım gibi biliyorum. Ben de küçülttüm. Öldükten sonra yaşımı sorarlarsa beni yalancı çıkartma.” dedi. “Allah size çok sağlıklı güzel ömürler bağışlayacak ama benden önce bu dünyaya veda ederseniz asla esas yaşınızı söylemeyeceğim” dedim.

Günler geçti kendisini ne acı ki kaybettik. Allah razı olsun komşular hiç yalnız bırakmıyor, hep birlikte onunla ilgili anılarımızı paylaşıyoruz. Derken içlerinden bilgiç biri “Kayınvalideniz kaç yaşındaydı” diye sordu. Sorudaki gizli anlamı sezdim ama hiç oralı olmadım. Herkes dikkat kesildi, ne cevap vereceğimi bekliyor. Rahmetlinin altmışaltı yaşında olduğunu söyledim. Bizimle birlikte olan eşim hayretle bana bakınca “Cengiz’ciğim annelerin yaşı olmaz; telaffuz edilene kadar bu denli genç kaybetmiş olduğumuzu düşünmemiştin değil mi?” diyerek kendisini susturdum. Konuklarımız gittikten sonra da durumu kendisine açıkladım. Komşular sanırım kayınvalidesini küçük düşürecek bir gelin olacağımı sanarak rahmetlinin yalanını ortaya çıkarmamı bekliyordu.

Bazı insanlar şaka sevmez; kendileri de yapmaz, yapılmasından da hoşlanmaz. Bazıları kendilerine şaka yapılmasını sevmez ama her fırsatta akıllarınca karşısındakilere şaka yapar. Şakadan anlayacak espri yeteneği olmayanların yaptıkları şakalar da çoğunlukla pek yavan olur. Ben hem tatlı şaka yapabilen hem de kendine yapıldığı zaman bunu hoş gören insanları severim. “Lâtife lâtif gerek” güzel bir sözdür.

Eşime şaka yapmayı pek severim, karşılıklı güleriz. Ne var ki geçen gün pek de lâtif olmayan bir şaka yaptım. Yazlıkta ikimiz yalnızız, sabah erken, benim uyuduğumu sanıyor; depo olarak kullandığımız bir karanlık odamız var. Oraya girip bir şey aldıktan sonra çıkarken karşısına geçip birden “böh” yaptım. Yüz ifadesini tam anlatabilecek miyim bilmiyorum. Şaşkınlık, korku, hafif bir gülümseme hepsi bir aradaydı. En sevdiğim şeylerden biri de üzerindeki kazağı çıkartırken kol altlarını gıdıklamak.

Seneler önce bir arkadaşımız bir markanın mutfak tabak çanaklarını elden satıyor. Yardım olsun diye eş dost seferber olup gerekli gereksiz birçok şey alıyoruz. Bu arada bir sürahiyi satarken baş aşağı çabuklukla çevrilirse kapağın yerinde durup suyun dışarı dökülmediğini söyledi ve uyguladı. Akşam birlikte otururken yeni sürahimizin hünerini göstermek istedim ve karşına geçip hızla sürahiyi ters yüz ettim; refleks olarak eliyle itti, kapak fırladı, sular üstüne döküldü. Utanç içinde sürahinin özelliğini anlatarak bu kez uygulamalı olarak gösterdim. Neyse ki olgun bir adam, bu gibi durumlarda “lâ havle” deyip gülüp geçiyor.

Hâlâ utanarak hatırladığım bir şakam da lise yıllarında okul koridorunda arkadan bir arkadaşımın ayak bileğine şemsiyenin kanca biçimindeki başını geçirmek olmuştur. Neyse ki atik tetik bir tiptim de hemen fırlayıp düşmesine engel oldum. O yaşta kıza hiç yakışmayan bir şaka.

Düşünüyorum, acaba kimse bana böyle seviyesiz şakalar yaptı mı diye.

Ben muzipliğimi annemden almışım. Babam çok rafine espri anlayışı olan ama ciddi bir insandı; ender olarak şaka yapardı ve de yaptığı zaman da cuk oturturdu.

Bin dokuz yüz ellili yılların sonlarına doğru, Demokrat Partinin gazetecilere ve daha birçoklarına en acımasız yaptırımları uyguladığı yıllar, sansür mekanizmasının çalmadığı kapı yok. (Dilimin ucuna bir şey geldi ama hemen kovdum.) Annemin kuzenlerinden biri fevkalâde Demokrat Parti karşıtı bir yazar olarak Samsun’da bir gazete çıkarıyor ve iktidara yükleniyor. Bir öğleden sonra Ankara’da iken bize geldiğinde akşam yemeğine alıkoyduk. Karanlık bastığında, henüz yemeğe oturmadan annemin aklına bir muziplik gelmiş. Babamın giysilerini giydi, başında fötr şapkasını takıp dışarı çıktı. Bizi de yapacağı şaka konusunda bilgilendirmişti. Kapıyı çaldı ve sesini kalınlaştırarak konuğumuzu çağırdı. Biz şakayı biliyoruz, adamcağızı yönlendirdik. Annem, yine kalın sesiyle kendisini gazetesinde yazmış olduğu yazılar nedeniyle karakola davet etti. Adamcağız panik ve şaşkınlık içinde muhatabının kimliğini sordu. Annem konuğunu fazla üzmemek için şapkasını çıkarttı, kim olduğu ortaya çıktı. Şaka tatlıya bağlanmıştı. Ama oğlu da hemen sonra babasının öcünü alırcasına ansızın bize geldi. Yine akşamüstü, bizde tipik bir kış yemeği var; kuru fasulye, pilav, turşu ve helva. Birlikte keyifle yemeğimizi yedik. Bir iki gün sonra kendisinden bir teşekkür mektubu aldık, “Mütevazı sofranızda yemiş olduğum akşam yemeği için teşekkür ederim.” Diyor. Demek ki ikramımız kendisine pek havadan sudan gelmiş, ya da mütevazı sözcüğünün anlamını bilmiyor.

Sağlığımızı korumalıyız. Kuru baklagillere sofralarımızda sıklıkla yer vermeliyiz. Nebatî yağlar da doktorlar tarafından öneriliyor ama siz tüm nebatî ürünlere kanmayın, her nebatî aynı derecede yararlı olmayabilir.

Cumhuriyet Bayramınızı kutlarız. Allah bize gerçek bayramlar göstersin.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.