Sıçanların üstünde yaşayan pirelerin taşıdığı veba, Asya’nın büyük ticaret arteri olan İpek Yolu boyunca seyahat eden tacirler tarafından Çin’den getirilmişti. 1347’de Konstantinopolis’e ulaşmıştı.
1347-1353 arasında ortaçağ antikçağlarında özellikle Avrupa nüfusunun üçte birini yok etmiş “yersinia pestis” adında enfeksiyon bakterisi… Sıçanların üzerinde yer alan bakteriler tarafından ortaya çıktığı tarihi kayıtlarda mevcuttur. Sıçanlarla temas eden insanlara bulaştığı ve hızla yaygınlaştığı ve çok sayıda insanın bu hastalıkla hayatını kaybettiği anlatılmaktadır.
Venedik 130 binlerden 70 bini, Floransa 90 binden 45 bini, Fransa 125 bini, İngiltere 1 milyonu hıyarcıklı veba yüzünden kaybetmiştir. Ortadoğu’dan İskandinavya’ya kadar geniş coğrafyalarda etkili olan bu veba salgını halen geri kalmış Afrika ülkelerinde etki göstermektedir.
Veba’nın Floransa’ya gelişine bizzat tanıklık eden İtalyan yazar Giovanni Boccaccio şöyle yazmıştı günlüğüne:
“Şiddeti karşısında insanoğlunun tüm bilgeliği ve mahareti faydasızdı. Veba feci sonuçlarını dehşet verici ve olağanüstü bir biçimde sergilemeye başladı. Burun kanamasının kaçınılmaz ölüme ait bir alamet sayıldığı Doğu’daki bir seyir göstermedi. Aksine, ilk belirtileri kasık ve koltukaltında kimisi yumurta biçimli kimisi de yaklaşık elma büyüklüğündeki bir takım şişliklerin belirmesiydi. Daha sonraları hastalığın belirtileri değişti ve pek çok insan kollarında, kalçalarında ve vücutlarının başka bölümlerinde koyu lekeler ve çürükler bulmaya başladı. Bu illete karşı hekimlerin verdiği tavsiyeler ve ilaçların gücü fayda etmiyordu. Ve çoğu durumda ölüm, tarif ettiğimiz belirtilerin görülmesini müteakip üç gün içinde vuku buluyordu.”
Giovanni Boccaccio’nun verdiği bilgiye göre vebaya neden olan virüs zamanın tıbbının ilminin çok üstünde ve beklenmedik ve şaşırtıcı ölçüde çok güçlü ve aynı zamanda hastalığın ilk belirtileri ile sonraki belirtileri arasında virüs çok daha güçlü hale geliyor ve öldürme oranını çok daha arttırıyor.
Çin ve Orta Asya’dan başlayan veba 1347’de Kırım’da Ceneviz ticaret merkezini kuşatan Moğol ordusunun vebalı cesetleri mancınıkla kentin içine atmasıyla Avrupa’ya taşındı. Aynı zamanda ticaret kervanlarının getirdiği ürünler üzerinde de bu bakterilerin bulunması çok daha geniş alanlara yayılmasında etkili oldu.
İngiltere vebanın kendilerine doğru geldiğini ve yaklaşan kıyametin farkında olduklarından 1348 Ağustos’unda Kral III. Edward Canterbury Başpiskoposu’ndan dualar tertip etmesini istedi ve pek çok piskopos insanların yaklaşan felaketle başa çıkmalarına yardımcı olmak amacıyla papazlarına kiliselerde yüksek sesle okumaları için mektuplar yazdılar. Bath Piskopos’u Shrewsbury’li Ralph, papazlarına şunları yazıyordu:
“Yüce Tanrı günahlarından arındırmak istediği evlatlarını gök gürültüsü, yıldırım ve başka musibetler kullanarak cezalandırır. Binaenaleyh, Doğu’dan gelen feci bir kıranın komşu krallığa varmış olması nedeniyle korkarız ki, yürekten ve biteviye dua etmediğimiz takdirde benzer bir kıran zehirli kollarını bu krallığa da uzatacak ve halkını kırıp perişan edecektir. Bu nedenle hepimiz dualar okuyarak Tanrı’nın huzurunda günah çıkarmalıyız.”
Bu veba ile mücadele için kiliselerde papazlar uzun uzun dualar etmişlerdir. Duaların faydası olmamış, veba toplumda büyük kaosa yol açmıştır. Çok sayıda insan bu hastalığın müsebbibi olduğu gerekçesiyle öldürülmüştür.
Boccaccio toplum için şöyle diyordu:
“Bazıları bu dehşet verici uğursuzluğu savuşturmanın şaşmaz yolunun kendini içkiye vurmak, hayatın doyasıya tadını çıkarmak, şarkı söyleyip alem yapmak, her fırsatta tüm tutkularını tatmin etmek ve olup biteni koca bir şaka olarak görüp omuz silkmek olduğunu düşünüyordu. (…) ve bu izleyen dönemde sağ kalan kadınların neden daha az iffetli olduğunu açıklıyor.”
150 ila 200 yıl kadar derin etkileri görülen bu hastalığın modern antibiyotiklerle tedavisi ortaya çıkmış dünyanın çok yoksul bazı bölgeleri hariç etkisini iyice yitirmiştir.
Koronavirüs, 1960’larda ilk kez görüldü. 2019-nCov olarak adlandırılan virüs Aralık 2019’da Çin’in Wuhan bölgesinde yeniden ortaya çıktı. 2002’de çıkan SARS ile ve 2012’de ortaya çıkan MERS virüsü ile aynı grupta yer alan virüsünün hıyarcıklı veba gibi aynı topraklardan çıkması aynı sorunu akla getiriyor: Çinliler her türlü hayvanı yiyebiliyor, hayvanlarla bu denli ilişkili olan toplumda bunun tesadüf olamayacağı…
Çin’deki bir deniz ürünleri pazarından yılanlardan ve vahşi hayvan et türlerinin satıldığı pazardan insanlara bulaştığı tahmin edilmektedir.
İlaç sektörü şimdilerde çok iyi sonuçlar vermeye başladı ancak mikrobiyolojik dünyanın kendi içinde türevleri de ilaçların etki gücüne karşı ciddi dirençler göstermektedir.
Yeni ilaçlar bulundukça virüslerin türevleri kendini güncelleyerek yeniden toplumu tehdit eder hale geliyor ve ta ki metamorfoza uğrayan virüsün panzehiri ortaya konulana dek toplum kaynamaya başlıyor ve çok sayıda ölüm ve sakatlanma sonrasında sönümleniyor.
Belli bir zaman sonra yeniden virüs kendini güncelleyip piayasaya çıkıyor.
Kimi iddialara göre ilaç firmaları satışı arttırmak amacıyla virüsü ortaya atıp panzehir beklentisi içine giren topluma güya tedavi imkanı sunuyor.
Bu durum insanoğlu kendi bedenine saygıyı yitirdiği oranda ve beslenme düzenindeki bozukluğu devam ettirdiği oranda daha fazla bela olacak gibi görünüyor.
Daron Acemoğlu bu vebanın tarihsel sonucuna ilişkin şu çıkarımda bulunuyor:
“Kara Ölüm, bir kritik dönemece yani toplumun mevcut ekonomik ya da siyasal dengesini bozan büyük bir olaya ya da etkenler bütününe iyi bir örnek teşkil eder. Bir kritik dönemeç, bir ulusun rotasında keskin dönüşlere yol açabilecek iki tarafı keskin bıçaktır. Bir yandan İngiltere’de olduğu gibi sömürücü kurumların döngüsünden kurtulup daha kapsayıcı kurumların önünü açabilir.”
Toplumsal bir felaket, yeni toplumsal sözleşmelerin önünü açabiliyor ve sömürücü durumdan kapsayıcı ve liyakate dayalı sistemin entegrasyonunu sağlayabiliyor.
Gülsek mi ağlasak mı?