Napolyon Rusya savaşını kaybettikten sonra, bir gün dünyada tek bir ‘dünya devleti ‘kurulacağını ve bunun başkentinin de İstanbul olacağını söylemiştir.
Napolyon gibi asker kökenli bir devlet başkanının, ordularını Rus Çarlığı üzerine salmasından sonra karşılaştığı bir yenilgi aşamasında; üstelik de Avrupa Kıtası ile Rusya toprakları arasında bir bütünlüğü sağlayamadığı noktada, boğazların ortasında yer alan İstanbul’u dünya başkenti ilan etmesi ciddi bir jeopolitik bir değerlendirmedir.
Napolyon’dan 100 yıl sonra ortaya çıkan Alman diktatörü Hitler de Rusya’ya saldırmak zorunda kalmış bir Avrupa Devletinin Rusya’ya rağmen kurulamayacağını görmüş ve o noktada Rus Çarlığı’na karşı bir Türk bölgesi olan Hazar Bölgesi’ne askeri sefer düzenlemiştir.
İşte böylesine bir denklemin tam ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin, eski Türk tarihinden gelen birikimle bugünkü konumuna erişmesi ve bu doğrultuda bir yeni yapılanmaya yönelmesi noktasında ,Türkiye bugün çok önemli bir olayla karşı karşıya kalmıştır. Bu da Bizans İmparatorluğu döneminde yüzlerce yıl Hristiyanlığın dini abidesi konumundaki Ayasofya’nın , bugün camileştirilerek İslam Dini’nin bir merkezi konumuna getirildiğini görüyoruz.
Ayasofya herhangi bir cami olmadığı gibi, herhangi bir tarihi eser de değildir. Ayasofya, açıkça Hristiyanlığı benimsemiş olan Bizans İmparatorluğu’nun dini kalesidir. Bu nedenle Ayasofya , diğer camilerden farklı bir tarihe sahip olmuş ve Hristiyan-Müslüman çatışmasında İstanbul Müslümanları fetih ile bir İslam merkezi haline getirilirken, Bizans geleneğinden koparılarak kiliseden camiye çevrilmiştir.
700 yıllık Osmanlı İmparatorluğu yıkılma aşamasına geldiğinde, Osmanlı’nın merkezi toprakları olan Anadolu yarımadasında çağdaş bir cumhuriyet, laiklik rejimini ana bir ilke olarak benimsediğinde , yeni Cumhuriyet yönetimi bu tarihi binayı Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında çekişme konusu olmaktan kurtarmak ve bu doğrultuda geleceğin kuşaklarına çağdaş bir birikimle hizmet edebilmesi için bu binayı müze haline dönüştürmüştür.
İmparatorluk sonrasında modern bir devlete yönelen Türkler, İstanbul gibi bir büyük şehrin kozmopolit yapısı içinde Bizans döneminden arta kalan bu kültür abidesinin müze olarak kullanılmasını doğal karşılamışlar ve bu doğrultuda, Ayasofya İstanbul halkıyla iç içe olmuştur.
1934 yılında Cumhuriyet’in Ayasofya’yı müze olarak ilan etmesini toplumun belirli merkezleri anlayışla karşılamış ve bu nedenle Türkiye İslam dünyası ile Hristiyan Avrupa arasında yer alırken, bu abide bir çekişme konusu olmaktan çıkartılmıştır.
Cumhuriyet Ayasofya’yı Müze ilan ederken, bu abidenin geçmişten gelen Hristiyan kimliğine saygı göstermiş, bu nedenle cami olarak kullanılması yerine müze olarak değerlendirmesine öncelik vermiştir.
Avrupa kıtasının yanı başında Avrupa’ya komşu olan bir ilke olarak Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus devlet olarak yoluna devam ederken Fransız Devriminden gelen laiklik ilkesini Cumhuriyet’in ana prensiplerinden birisi olarak kabul etmiştir.
Soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği varken, Sosyalist ülkelerde camiler ve kiliseler kapatılmış ve bir dinsizlik yaklaşımı genel geçer bir kural haline getirilmişti. İşte bu aşamada Türkiye, Osmanlı Devleti sonrasında yeni Cumhuriyet’i laiklik temeline oturtmaya çalışmıştır. Ama SSCB 20. Yüzyılın son döneminde yıkılırken, yeniden dine dönüş dönemi yaşanmış Türkiye de İslam dünyasının ortasında bir laik devlet olarak kurulmasına rağmen; uzun süren siyasal İslam iktidarı döneminde yeniden Hristiyan dünya ile karşı karşıya bırakılmıştır. İşte SSCB’nin yıkılması ve soğuk savaşın ortadan kalkması üzerine, yeniden Osmanlı döneminde olduğu gibi, İslami politikalara geri dönüş ve günümüzde Ayasofya’nın yeniden camileştirilmesini gündeme getirmiştir.
Üç kıtanın kesiştiği dünyanın merkezi coğrafyasında, dinler arası kavganın tarihsel olayları belirlediğini görüyoruz. Osmanlılar, Selçuklular sayesinde Hazar topraklarından kopup Ortadoğu’ya geldikten sonra , merkezi coğrafyada egemen olabilmek ve sürekli ayakta kalabilmek için 700 yıl boyunca savaşmıştır. Osmanlılar bir İslam devleti olarak sürekli savaş halinde olmuşlar. Ya Hristiyan Avrupa ülkeleri ile ya da Hristiyan Rusya ile savaş halinde olmuşlardır. İşte bu noktada Osmanlı tarihinin bir savaş tarihi olduğunu ve Osmanlı Devleti’nin merkezi coğrafyada yer alması nedeniyle Hristiyan ve Müslüman topraklar arasında yaşanan savaşlar süreci Osmanlı’nın geleceğini belirlemiştir.
Bugün Ayasofya yeniden camii olarak açılırken; toplumun bir tarafında yeni Osmanlı arayışları, öbür tarafta ise Ilımlı İslam yapılanmaları üzerinden bir bölge devleti yaklaşımın öne çıkarıldığı görülmektedir.
İşte Ayasofya böyle bir aşamada , hem yeni İslami yapılanmanın hem de Büyük Ortadoğu alanında dinler arası çekişmesi üzerinden geliştirilmiş olan tarihsel çatışmanın devam ettiği aşamada Ayasofya yeniden camileştirilmiştir.
Osmanlı’nın İstanbul’u fethine Macaristan‘daki Yahudiler kendi keşişleri olan top silahı ile yardım etmişlerdi. Böylece Ortadoğu’nun incisi İstanbul’un Hristiyanların elinden alınarak Müslümanların eline geçmesini sağlamışlardı. Bugün benzeri bir durum, Ayasofya’nın yeniden camileştirilmesi ile Hristiyan dünyaya karşı meydan okunmaktadır. İstanbul gelecekte bir dünya devletinin mi ? Yoksa bir Büyük İslam Devleti’nin mi başkenti olacaktır? İşte bu çekişme günümüzde yaşanmakta olan tarihsel sürecin önümüzdeki yıllarda içeriğini belirleyecektir.
Kozmopolit İstanbul , bugün Türkiye sınırlarında yer almasına rağmen Müslüman kimliği ile Hristiyan Avrupa’yı rahatsız etmekte ve bu doğrultuda çağdaş bir cumhuriyet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Avrupa Birliği’ne üyeliği devre dışı kalmaktadır.
Son olarak Türkiye’nin Nobel ödülünü kazanmış tek yazarı olan Orhan Pamuk Ayasofya’nın camileştirilmesi ile ilgili yaptığı değerlendirmede, ‘ artık Türkiye laikk bir devlet olmaktan çıkmıştır ‘ demiştir. Orhan Pamuk gibi dünya çapında tanınmış bir yazarın bu değerlendirmesini yaparken, kendisinin İstanbul hakkında ayrı bir kitabı olduğunu ve İstanbul’daki gayrimüslüm yapılanmasını iyi bilerek böyle bir değerlendirmeye yöneldiğini görmek gerekmektedir.
Ayasofya yeniden camileştirilerek Türkiye’nin laik yapısı zorlanırken , önümüzdeki dönemde gelişebilecek bir 3. Dünya Savaşı senaryolarının önemli bir kısmında bu savaş süreci sonrasında dinlerin de ortadan kalkabileceği gibi bir iddiayı da beraberinde getirmektedir.
Soğuk savaş sonrasında yaşanan olaylar şunu göstermektedir ki; dinci çizgilerde yeni atılacak adımlar , dini yapıların güçlenmesine değil zayıflamasına neden olmaktadır!