"Srebrenitsa Katliamı" ya da "Srebrenitsa Soykırımı"; 1991-1995 Yugoslavya İç Savaşı'nda, Sırp Cumhuriyeti Ordusu'nun Srebrenitsa'ya karşı giriştiği Krivaya '95 Harekatı'nda, Temmuz 1995'te yaşanan, en az 8.372 Bosnalı'nın Bosna-Hersek'in Srebrenitsa kentinde general Ratko Mladiç komutasındaki ağır silahlarla donatılmış Bosna Sırp ordusu tarafından öldürülmesi'dir.
Sırp Cumhuriyeti Ordusu'nun dışında katliama "Akrepler" olarak tanınan Sırbistan özel güvenlik güçleri de katılmıştır.
BM Srebrenitsa'yı güvenli bölge ilan etmiş olmasına karşın, 400 silahlı Hollanda barış gücü askerinin varlığı katliamı önleyemedi?!
Türkiye, uzun yıllar boyunca Balkanlar’dan göç almıştır.
Bu göçün 1990’lardaki bir boyutu da, Bosna Hersek savaşındaki çıkan çatışmalar sonrasında Türkiye'ye gelen Müslüman ve Türk topluluklarında görülmekte.
Türkiye'deki balkan kökenlilerin sayısı, nüfusun yaklaşık beşte birini oluşturmakta.
Resmi verilere göre, Balkanlar’da 1 milyon 100 bin civarında Türk, 8 milyonun üzerinde de Müslüman nüfus yaşamakta.
Coğrafi açıdan değerlendirildiğinde de Balkanlar, Türkiye'yi, Avrupa'ya bağlayan bir köprü olarak düşünülmekte.
Türkiye, Balkanlara yönelik politikasını, Bosna Hersek savaşı boyunca da göstermiştir.
Yugoslavya'nın dağılmasından önce başlayan Bosna krizinin mihenk taşı olan bu politika, uluslararası aktörlerin de bölgede stratejik açıdan rol üstlenmesi ile tamamlandı.
ABD, Avrupa Topluluğu, NATO gibi aktörler ile bir araya gelen Türkiye, bölgede bıraktığı tarihi misyonuna sahip çıkarak, Bosna Hersek savaşı boyunca Bosnalı halkın yanında duran bir politika sergiledi.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Balkanlar, Türk dış politikası açısından genel olarak negatif bir bölge olarak algılandı.
Çünkü iki dünya savaşı arasında balkanlar, İtalya’nın yayılma alanlarından birisi oldu.
Bölge, İtalya işgaline maruz kaldı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Balkanlar, SSCB’nin "arka bahçesi" ve "komünist tehdidin geliş yolu" olarak zihinlerde yer edindi.
Türk devlet adamları ve özellikle kamuoyu, bu coğrafyayı "azınlık sorunların yaşandığı ve bu sebeple uzak durulması gereken karmaşık bir bölge olarak" gördü.
Soğuk savaş döneminin sona ermesi ve SSCB'nin dağılması ile başlayan iki kutuplu sistemin yıkılış sürecinde Türkiye, Osmanlı’dan beri var olan balkan misyonuna sahip çıktı ve bu misyonu devam ettirdi.
1990’lı yıllar boyunca Balkanlarda güven ve istikrar ortamının sağlanması hedefi, Türkiye’nin dış politikasının ana gündem maddelerinden birini oluşturdu.
Ayrıca jeokültürel açıdan önem taşıyan balkanlar, 20. yüzyıl boyunca uluslararası ilişkilerin temel bunalım bölgelerinden birisi oldu.
Balkanlar, 20. yüzyılın başında uluslararası ilişkileri yönlendiren büyük güçler için gittikçe güçsüzleşen Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan tasfiyesi açısından özel bir önem taşıyordu.
I. Dünya Savaşı sonrasında, uluslararası siyaset ve hukuk açısından da Osmanlı Devleti’nin nihai tasfiyesi tamamlandı.
Balkanlar’da Osmanlı egemenliğinden kalan Türkler ve Müslümanlar, Ankara'nın Balkan politikasında gözardı edemeyeceği bir faktör oldu.
Yüzünü batıya çevirmiş olan Türkiye’nin balkanlardaki siyaset ve güvenlik sorunlarına ilgisiz kalması olanaksızdı.
Balkanların güvenliği, Türkiye’nin batı sınırları doğrultusundaki güvenlik parametreleri ile özdeşleşmiş durumda.
Türkiye’nin Balkanlardaki kısa ve orta dönem dış politikasının iki önemli hedefi; Bosna ve Arnavutluk’un istikrarlı bir yapı içinde güçlendirilmeleri ve bölgedeki etnik azınlıkları güvenlik şemsiyesi altına alacak bir uluslararası hukuk zemininin oluşturulması.
Bu hukuki zemin içinde Türkiye, Balkanlar'daki Müslüman azınlıklar ile ilgili meselelerde müdahale etme hakkını kazanacak bir garanti elde etme hedefini sürekli gözetmeli.
Sonuç olarak Slovenya ve Hırvatistan 25 Haziran 1991 tarihinde bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Ardından 2 gün sonra da Sırpların denetimindeki federal Yugoslavya ordusu Slovenya ile Hırvatistan’a müdahale etmeye başladı.
Balkanlar jeopolitiğinin dayandığı iki temel eksenden, Drava-Sava ekseninin merkezi Hırvatistan ve Sırbistan Arasında kalan Bosna Hersek’te; Sırbistan, Makedonya, Bulgaristan ve kısmen de Yunanistan arasında kalan Morava-Vardar ekseninin merkezi Kosova’da çatışmaların yaşandığı bölgeler haline gelmeye başladı.
1991 yılı Eylül ayında, Makedonya, Ekim ayında da Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan ettiklerinde Türkiye zor durumda kaldı.
Türkiye ancak 15 Ocak 1992 tarihinde Avrupa Topluluğu’nun Slovenya ve Hırvatistan'ı, Bulgaristan’ın da bunlara ek olarak Bosna-Hersek ve Makedonya’yı tanıması sonrasında, 6 Şubat 1992 tarihinde bu dört cumhuriyeti aynı anda tanıdı.
Türkiye, Bosna Hersek’teki çatışmaların barışçıl yollarla sona erdirilmesi, Balkanlar’da bulunan Türk ve Müslüman halkın her türlü haklarının korunması için gerekli tüm yollara başvurdu.
Diplomatik, siyasi ve ekonomik olarak bir dizi girişimde bulundu.
Mart ve Nisan aylarında bağımsızlık kararını tanımadığını açıklayan Bosnalı Sırp milisler ile Sırpların eline geçmiş olan Yugoslav federal ordusu (JNA) İle bağımsızlık yanlıları arasında çatışmalar giderek artmaya devam etti.
Türkiye bir yandan Sırpların şiddete dayalı politikalarını kınarken, diğer yandan ise Bosna Hersek'in BM’ye üye olmasının Saraybosna yönetimine fayda sağlayacağı düşüncesiyle hareket ediyordu.
Bosna Hersek, bu doğrultuda 22 Mayıs 1992’de BM’ye üye olarak kabul edildi.
BM’ye üye olması, Sırpların saldırılarını durdurmaya yetmedi.
Yugoslavya, iki siyasi blok arasında yer alan tampon bölge olma özelliğini kaybetmişti.
ABD, stratejik hesaplarında değişikliğe gitti.
Ankara, Bosna Hersek konusuna ilişkin olarak oldukça hareketsiz kalan uluslararası kamuoyunu duruma müdahil olmaya ikna etmek için büyük çaba harcadı.
ABD ve AB nezdinde bu amaca yönelik olarak sayısız diplomatik girişimde bulundu.
Yugoslavya'nın dağılması sürecinde Türkiye, ABD ile oldukça benzer bir politika izledi.
Türkiye’nin Balkanlar’daki aktif politikası ABD tarafından desteklendi.
Bu destek Türkiye'nin Balkan politikası açısında da belirleyici bir etken oldu.
Bosna Savaşı sırasında ABD ve Türkiye, Bosna-Hersek'in ayakta kalma mücadelesini destekledi.
Türkiye çatışmaların önlenmesi için BM ve NATO çerçevesinde oluşturulan güçlere katkıda bulundu.
Türk Deniz ve Hava Kuvvetleri çeşitli görevler üstlendi.
BM Güvenlik Konseyi'nin 31 Mart 1993 tarihli "Bosna Hersek hava sahasında uçuş yasağı" kararının uygulanmasını denetlemek üzere yapılan operasyona 18 adet F-16 uçağı ile katıldı.
ABD ve Türkiye bazı noktalarda ise birtakım ayrılıklara düştü.
25 Eylül 1991’de BM Güvenlik Konseyi aldığı 713 sayılı karar ile tüm Yugoslavya üzerine silah ambargosu koydu.
Türkiye ise Bosna’ya uygulanan silah ambargosunun kaldırılması ve Sırp mevzilerinin bombalanmasına yönelik girişimlere başlanılması gerektiğini belirtiyordu.
Türkiye, Belgrad destekli Sırpların saldırılarının önlenmesi açısından politikalar izleyerek, silah ambargosunun Boşnakları silahsız bırakmak anlamına geldiğini savunuyordu.
Bu yüzden Türkiye, Bosnalı Sırpların mevzilerinin havadan bombalanması ile ilgili görüşünü uzun süre gündemde tutmuştu.
Türkiye’nin bölgede yaşanan vahşetin sona erdirilmesine yönelik olarak hazırladığı eylem planı Birleşmiş Milletler'e Türkiye tarafından sunulurken, bu plan İslam Konferansı Örgütü'nün de dikkatini çekmişti.
Türkiye, İslam Konferansı Örgütü'nün bir üyesi olarak, Bosna Hersek’e sağlanan yardımların sürekliliğini isteyerek, İslam ülkelerini, batılı devletlere baskı yapmaları konusunda ikna etmişti.
Bu durum, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ile Avrupa Konseyi’ni de harekete geçirmişti.