BÜYÜKLÜK ODUR Kİ...

Cüneyt Şaşmaz yazdı: BÜYÜKLÜK ODUR Kİ...

"Türkiye'yi yok etmeye girişenler, ıslah etmek, uygarlaştırmak gibi bahanelerle, Türkiye’nin yönetimine sızmışlardı.
Bu düşüş, aczle başlamıştı.
Türk halkının her nasılsa başına geçmiş insanlar, susmaya mahkûmmuş gibi, korkak ve müteredditdiler.
Fikir adamları, kendi kendimize adam olma ihtimalimiz yoktur, diyordu.
Onlar bizi idare etsin, diyorlardı.
Bunun etkisinde kalarak, milletin de zihni bozulmuştu.
Durumu düzeltmek için, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıkmıştı!
Oysa, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin?
Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir."
Mustafa Kemal, TBMM konuşmasından, 1922
...
2022 ilk yarısında..
Enerji savaşları!
İstihbarat savaşları!
I. Dünya Savaşı’nın rövanş dalaşı!
Klasik anlamda III. Dünya Savaşı!
"Post Modern" manada "IV. Dünya Savaşı" yapılıyor!
Yıldızlar (HAARP) Savaşı!
Ya da Neo Roma’da iç savaş ve/veya güç savaşı yapılıyor!
Hal böyleyken...
"27 Nisan e-bildirisi"nden sonra, "Dolmabahçe görüşmesi" ile inkıtaya uğrayan süreçte, TSK’nın duruşunu beğenmeyenler vardı.
"Masaya yumruğunu vurmaktan korkuyor, bu ordu bitmiş" değerlendirmesini yapanlar da vardı.
Hatta, TSK’nın komutanlarını AKP & Gülen Cemaati’nden "rüşvet almak" ile itham edenler dahi oldu!
Ne var ki, bu görüşlerin hiçbirine saygı duymam mümkün değil!
Neden?!
Niçin?!
Niye?!
Öncelikle...
Temel kural:
"Gördüklerinin yarısına, duyduklarının hiçbirine!"
TSK, post modern zamanlarda çağın ruhuna uygun bir strateji belirleyerek, düşmanı ve/veya rakiplerini hata yapmaya zorladı.
AKP Özel Örgütü ve F Tipi Örgüt, sözde Ergenekon terör örgütü davası üzerinden, asker kıyafeti giyenlerden kimi gözaltına almak istiyor ise aldı, TSK da buna ses çıkarmadı!
"Hukuk devleti"ne atıf yapıp, "suçsuzluk karinesi göz ardı edilmesin" dışında hiçbir şey söylemedi.
"Basınç altında sakin duruşu"nu bozmadı!
28 Şubatçılar’ın yaptığı hatayı tekrarlamadan, yani "Büyük resim"i ihmal etmeden "Süngü aşağı ilerlemeye devam etti"!
Tahriklere kapılmadı!
TSK’yı ortadan kaldırmak, Atatürk Türkiyesi’ni yıkmak isteyenlerin içine kadar ilerledi!
Şimdi aradaki tüm engeller kalktı!
Vuslat vakti!
...
"Neo süngü aşağı operasyonu" bağlamında zaman tünelinden birkaç flu kare...
"Asker; Süngü aşağı, ileri!.."
Bu talimat daha sonra "Atatürk" soyadını alacak, Çanakkale’nin muzaffer komutanı Mustafa Kemal’e ait!
...
H. C. Armstrong'un "Bozkurt" adlı kitabının 145. sayfasından aynen yansıtıyorum:
Latife’nin heyecanlı bekleyişine karşın, haftalarca bir haber çıkmadı.
O, Mustafa Kemal’e tapıyordu.
Onu en küçük bir derdinden kurtarmak uğruna gözlerini, hatta yaşamını verebilirdi; ancak, İngiltere ye Fransa’da öğrenim gördüğü için Batılı dünya görüşünü öğrenmişti.
Erkeğinin, onun sahip olduklarına saygı göstermesi gerekiyordu.
Gene de yeterince akıllıca davranıp davranmadığı'ndan emin olamıyordu.
Yanlış davranmış ve onu sonsuza dek kaybetmiş de olabilirdi.
Zaman geçip de hiçbir haber çıkmayınca, eski ilgi alanları olan hukuk çalışmaları ve Fransız edebiyatı incelemelerine geri döndü ve İzmir çevresinde sayıları binleri aşan göçmenlere yardım etmeye başladı.
Mustafa Kemal de çok sıkı çalışıyordu.
Bornova tepelerindeki evi kafasından silip atmıştı.
Korkunç bir baskı altında yaşıyordu.
Kâh Bursa’daydı, kâh hayati önemde kararlar almak üzere Ankara'ya gidiyordu.
Az uyuyordu; sinirlerini gevşetmek için gene aşırı içki içmeye başlamıştı.
Ülke, askeri bir bunalımın eşiğindeydi...
Ve o, yaşamının en önemli kararını almak zorundaydı.
Yenilmiş olmakla birlikte, Yunan ordusu İzmir’den deniz yoluyla savuşmayı başarmıştı.
Atina’dan gönderilen taze kuvvetlerle İstanbul’un az ötesinde, Trakya’da yeni bir ordu kuruluyordu.
Mustafa Kemal'in donanması yoktu.
Düşmanla karadan temasa geçmeliydi.
Birliklerini onları yakalamak ve yeniden biçimlendirilmelerine fırsat vermeden ezmek üzere acilen kuzeye göndermişti.
Yol, Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu.
Çanakkale’de birliklerini Avrupa yakasına bırakmayan ve Yunanlılar’la aralarında bir engel olarak duran bir İngiliz kuvvetiyle karşı karşıya gelmişti.
Sorun ortadaydı:
Yunan ordusu Trakya’da tahkimat yapıyordu; İngiliz îşgal ordusu yolu tutuyor ve aralarında bir duvar gibi dikiliyordu.
Ankara’ya dönen Mustafa Kemal her zaman yaptığı gibi, kararını vermeden önce bütün olasılıkları tartarak durumu gözden geçirmekteydi.
Artık bekleyemezdi.
Zamanın hayati önemi vardı.
Yunanlılar birliklerini düzene koymadan ve siperlerini kazmadan evvel, onları ezmesi gerekiyordu.
Yunanlılar!
Onları dövüp hamura dönüştürebilirdi; ama İngilizler!
Bu bir başka meseleydi.
Zafer sarhoşluğu ve gururla dolu olmalarına karşın, Türk birlikleri yorgun, paçavraya dönmüş giysileriyle ve cephane sıkıntısı içinde, büyük silahlardan ve mekanize savaş imkanlarından yoksun durumdaydı.
İngiliz birlikleri ülkeye alışmıştı, subayları deneyimli, mevzileri ise güçlü ve iyi tahkim edilmiş durumdaydı.
Arkalarında büyük toplarla donanmış savaş gemilerinden oluşan muazzam bir armada ve uçaklar, onların da arkasında bütün kudreti ve ihtişamıyla Britanya İmparatorluğu duruyordu.
İngilizler savaşmaya niyetlenecek olurlarsa, Türklerin yenilgisi kesindi.
Fakat acaba savaşmak niyetinde miydiler?
Yoksa blöf mü yapıyorlardı.
Bütün sorun, bunun anlaşılmaması'ndaydı.
Fransız ve İtalyanlar, İngilizlerin blöf yaptığını söylüyorlardı.
Ruslar da öyle; fakat onlara pek güvenilmezdi.
İngiliz gazeteleri savaşa, Lloyd George’a karşı feryat ediyorlardı.
Lloyd George savaşmakta kararlıydı, ama pek çok kişi artık onun sonunun geldiğini ve İngilizler’in onun peşinden gitmeyeceğini ileri sürmekteydi.
Burada durumu belirleyecek etken, İngiliz kumandanı Sir Charles Harrington’ın tutumu olacaktı.
Söz konusu olan, onunla kendisi arasındaki zeka savaşıydı.
Uzaklarda, Anadolu dağlarındaki Türk, tam bir diktatördü; elinde kazandığı zaferden çılgına dönmüş, vatanı ve varlığını sürdürmek için savaşan bir ulus vardı.
İstanbul'daki İrlandalı ise durumundan pek emin değildi; ismen bir Müttefik Ordusu’nun kumandanıydı.
Kumandası altındaki İngiliz birlikleri de oldukça iyiydi; ancak, Fransız ve İtalyanlar onu desteklemeyeceklerdi.
Ayrıca, İngiltere'nin de onu destekleyeceğinden emin değildi.
Hiçbir büyük ülkü uğruna savaşmıyordu; tek amacı, kendisini ve askerlerini mümkün olan en az adam ve prestij kaybıyla içinde bulundukları korkunç ve hatalı çıkmazdan çıkarabilmekti.
İki kumandanın karakteri de, oynamak zorunda oldukları rollere son derece uygun düşüyordu.
Türk, çelik iradeli ve azimliydi.
Bu savaşta ya Türkiye ve kendisini kurtaracak ya da yok olacaktı.
Rakibini incelemişti.
Londra'ya gönderirken Türk istihbaratının yakalayabildiği çok sayıda telgrafını okumuştu; İstanbul’daki Türk gözlemcilerden, gönderdiği mektupları ve hakkındaki raporları almıştı.
Harrington’ın bir askerden çok, bir diplomat olduğunu anlamıştı.
Birliklerini savaşa razı edebilirdi; ancak, onların cesaretini pekiştiremezdi.
İyi bir kurmay subaydı; zeki, sağlam görüşlü ve nazikti; fakat ne bir kumarbaz, ne de bir bunalım dönemi önderi olamazdı.
Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.
Mustafa Kemal kararını verdi.
Danışmanlarından kimisi, yenilgi riskine girmeden, derhal barış yapmasını istediler.
Çoğunluk ise şiddetle derhal saldırıya geçip İngilizler’i bir kenara itmesinden, Yunanlılar’a yetişip, onları Atina’ya dek kovalamasından yanaydı.
Mustafa Kemal, en belirgin değerlerinden biri olan "soğukkanlı muhakeme"si sayesinde, birinin boş "övüngen"liğini ve diğerinin "iradesiz"liğini dikkatle tarttı.
Kararı barış aleyhinde oldu.
Bu durumda, istediği koşullan elde etmesi kesinlikle olanaksızdı.
Koşulları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu.
Yunanlılar’ı şimdi yakalayacaktı.
Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve onun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.
Bir "yetenek testi" uygulamaya karar verdi.
İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde durduruldular; durum ciddi görünüyordu.
Şans yıldızına güvenip kumar oynaması gerekiyordu.
Zayıf iradeli bir rakibe karşı işe yaraması mümkün olan bir hile, bir "ruse de guerre" yani "savaş hilesi" uygulamayı deneyecekti.
Piyadesinin "silahları ters çevrilmiş" halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti.
Tehlike büyüktü.
Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi.
Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.
Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı.
Siperlerdeki İngiliz askerleri ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın kalakalmıştı.
Aldıkları emirler oldukça müphemdi:
Ateş etmeksizin ya da güç kullanmaksızın Türkler’i durdurmaları istenmişti. Türkler ise ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerini sürdürüyorlardı.
Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti!
Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı; İngiliz kumandana "Dur"emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile:
Bir ateşkes yapılmıştı.
Fransızlar doğruca Mustafa Kemal'e bir temsilci, Mösyö Franklin-Bouillon’u önermişlerdi.
Fransa, İngiltere’yle çıkacak bir savaşın, Bolşevik Rusya'nın da Türkiye'ye katılmasıyla yeni bir dünya savaşı felaketini alevlendirebileceğinden korkmuştu.
Franklin-Bouillon, savaşa yol açabilecek tüm olasılıklara son vermek niyetiyle gelmişti.
Müttefikler ve İngilizler adına her sözü vermeye hazırdı.
Müttefikler, Yunan ordusunun Trakya’dan çıkarılması ve Türkiye'ye Avrupa topraklarının geri verilmesi konusunda tüm sorumluluğu üstleneceklerdi.
Savaştan değil, savaş tehdidinden bile kaçınabilmek için her şeyi, Mustafa Kemal'in tüm isteklerini yapmaya hazırdılar.
Mustafa Kemal lütfen, onunla bir anlaşma yaptı.
Gerçekte tüm istediklerini elde etmişti.
Bu tam bir zaferdi.
Bu sonucu elde edebilmek ona belki 50 bin askere ve aylarca sürecek bir savaşa mal olacaktı.
Ve eğer yenilirse, çok daha kötü şeylere mal olabilirdi.
İngilizlerin blöfü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Birliklerine durmalarını emretti ve İsmet’i General Harrington’la görüşmek üzere Mudanya adlı köye gönderdi.
Mudanya’da, Müttefikler, Yunanlılar’ın Trakya’dan geri döndürülmeleri ve zamanı geldiğinde İstanbul’dan ve tüm Türkiye’den ayrılmaları konusunda anlaşmaya vardılar.
Mustafa Kemal galip gelmişti.
Sakarya dönüm noktası olmuştu!
İzmir, gösterişli bir başarıydı.
Bu ise, gerçek zaferdi.
Onun zaferiydi, onun cesareti, kararlılığı, hüneri ve muhakemesiyle bu gıdadan, donanımdan yoksun perişan, ordu Yunanlılar’ı kovalamış, Britanya İmparatorluğu’na kendi koşullarını kabul ettirmiş ve tüm Avrupa’nın gözünü korkutmuştu.
Artık içerde ve dışarıda, kendi koşullarını dikte edecekti.
...
Ve..
Son olarak...
"Carthago delenda est!"
"Kartaca yıkılmalıdır!"
Bu söz, Senatör Marcus Porcius Cato tarafından binlerce kez tekrarlanarak tarihe kazınmıştır!
(Et tekraru ahsen velev kane yüzseksen/Tekrar güzel şeydir, yüz sekseninci kez olsa da!)
Bu bağlamda bir Çin atasözü şöyle der:
"Herkes değişimin imkansız olduğunu düşünüyordu.
Şaşmayın!
Budala görünümlü bir çılgın (Çılgın Türkler) çıkageldi, şaşmayın, değişimi onlar gerçekleştirdi."
Hasılı:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişi ile;
"Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin.
Herkes senin aleyhinde bulunacaktır.
Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır.
İşte sen bunda karşı koyuşları yok eden olacaksın.
Önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır.
Kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın.
Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin."
Cüneyt Şaşmaz

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Güncel Haberleri