Öyle bir dilim ekmek, bir salatalık, biraz peynir falan gibi değil. Benim istediğim kahvaltıda sucuklu yumurta, salam, tereyağı, eski kaşar, reçel çeşitleri, simit, kızarmış ekmek, zeytin çeşitleri, falan olmalı. Domates olmazsa aldırmam çünkü zaten hiç yemem. Bal ile ilgim yok, alerjim var kokusuna bile tahammül edemem. Reçeller tamam da illaki vişne reçeli.
Çocukluğumda bu saydıklarımın bir kısmını iştahsızlığımdanasla yemezdim diğerleri de bana dokunurdu. Annemle babam Pazar sabahları birlikte kahvaltıyı hazırlar, toplaması size ait derlerdi. Babamın bu süreçteki katkısı kızarmış ekmekleri sobada kızartmaktan ibaretti zaten. Ben bana dokunanları yemek isterdim ama yedirmezler, dokunmayanları da ben sevmediğim için zorla yedirmeğe çalışırlardı; çünkü iştahsız çocuğun kitaplara geçecek bir örneğiydim. Önden pazarlık başlar ve yalnızca bir dilim tereyağlı kızarmış ekmek yersem iki üç zeytin yeme hakkım doğardı. Zeytin yasak çünkü tuzlu; ben yeni nefrit geçirmişim, böbreklerime dokunuyor diye çok az yemeliyim. Bu arada zayıflıktan kemik hastası gibiyim. Babam rahmetli bir dilim ekmeği kaldırım taşı kalınlığındakeser, sobada şöyle bir kızartır ve üstüne süngere emdirir gibi tereyağı sürerdi. Zeytinler uğuruna yemek zorundayım. Mecbur, yerdim ve sonunda hak kazandığım zeytinleri çekirdeklerini emene kadar tüketirdim. Şimdi insanlar bunları şifa olsun diye yutuyor ama o zamanlar böyle bir bilgi yoktu. Zeytinin benim lügatimde adı karatavuktu; ne alakası varsa.
Yumurtam illâki kayısı olacak. Sarısı çok pişerse yemem, beyazları pişmediyse ağzıma koymam. Rahmetli annem bir gün her dakika sergilediğim yemek huysuzluklarıma dayanamadı; pencereye gitti, camı açtı ve “Artık dayanma gücüm kalmadı, kendimi atacağım” diye bana gözdağı verdi. Hiç telâşlanmadım çünkü nasıl olsa atmaz diye düşünüyordum, zaten de atlamadı. Ama sonunda büyük küçük herkesten de azar işittim. Oğlumun iştah sorunu olduğu günlerde annemi çok iyi anladım ama iş işten geçmişti.
Süt hiç sevmem, asla içmezdim, hâlâ da içmem. Peynirler bana kötü kokardı. Bugün de asla koyun ve kuzu ya da kokan peynir yemem. Onu yeme, bunu içme sonunda başıma çok kötü bir şey geldi; balık yağı içirmeğe başladılar. Kokusu sütten bile daha kötü geldi bana. Portakal suyu ile verdiler olmadı, içtikten sonra çikolata yedirdiler olmadı ama ister istemez her akşam bir dolu çorba kaşığı içmek zorundaydım. Ne var ki ilahî adalet, hiç de kilo almama yaramadı.
Dönelim çocukluğumdaki Pazar kahvaltılarımıza sofrada olmaz olmazdı, sucuğa, salam v.b. kadar; çünkü o günlerde devlet memurları hak ettikleri maaşları alırdı. Kimse ek iş peşinde koşmaz, pazarlarda limon satmaz, sokaklarda seyyar satıcılık yapmazdı. Hiçbir evde sucuk yemek bir lüks değildi, herkes istediği zaman yiyebilirdi. Bugün yoksullara nispet yapar gibi neredeyse cızırdaması duyulacak yağda pişmiş sucuklar, mangalda etler gibi reklâmlar kimsenin ulaşılmaz düşleri değildi.
Çocukluğumdaki Pazar kahvaltılarımızın bir olmazsa olmazı da taze sıkılmış portakal suları olurdu. Şimdi olduğu gibi portakalın kilosu gram altınla eş değer tutulmazdı; o nedenle de her sofrada bulunabilmesi olağandı.
Ben daha küçük olduğum için sofra toplama işinde bana en kolay işler düşerdi ama işgüzarlığımdan bunlarla yetinmez ablalarıma yardım olsun diye beceremediğim işlere kalkışır bazen de büyüklerimin başına belâ olacak işler açardım.
Çocukluğumu düşünüyorum da ders çalışmaya zorlanmaktan sonra bir de yemek sorunum olmasa çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Ne mutlu bana.
Havadan sudan bir yazı ile tüm okurlarımın Şeker Bayramını kutlar, bugün yaşadığımız gibi şeker tadında nice bayramlar dilerim.