Ülkemiz için her yönden çok tatsız günler geçirmekte olduğumuzu düşünerek, sizleri farklı bir ortama çekebilmek amacıyla dünyanın en sevimli varlıklarından biri olan çocuklarla ilgili gülünç anılarımı paylaşmak istedim.
Önce oğlumla ilgili bir iki anımdan başlayacağım. En büyük keyiflerinden biri onun odasında duran piyanonun üstüne çıkıp oradan aşağı atlamaktı. Bir sabah babası ve ben uyuyoruz, oğlumuzun odasından “şimdi düşeceksin, şimdi düşeceksin” diye kendi kendini uyardığını duyduk. Aradan bir iki dakika geçti, bir gümbürtü, sonra oğlumun sesi “olacağı buydu”. Çok yaramazlık edip de düştüğü zaman ona söylediklerimi kendisine söylüyor.
Üç yaşlarında, babası kuyruklu yıldız gibi bir gözüküyor bir kayboluyor; işi gereği çoğu zaman Ankara dışında. Bir gün Tunalı Hilmi caddesinde el ele bir yere gidiyoruz. Birden oğlum elimi bıraktı ve kaşla göz arasında karşıdan gelen oldukça yakışıklı Avrupalı tipli genç bir adamın bacaklarına sarılıp bana döndü, “İşte baba bu olsun” dedi. Baktı kendi babası ortalarda yok, bari başka bir baba bulayım dedi herhalde.
Çok sevdiğim bir arkadaşım, Serap’cığım Kürt’tür ve bunu da herhangi bir durumda gerekirse açıklar doğal olarak. Kaan yuvaya gidiyor, akşamüstü onu almaya gittim; öğretmeni “ben biliyorum sizin sırrınızı” diye muzip, muzip gülüyor. “Neymiş ki bizim sırrımız?” diye sordum. “Siz Kürt’müşsünüz” dedi. “Olabilirdik ama değiliz, nereden çıktı?” diye sordum. “Kaan, Serap teyzem Kürt benim teyzem olduğu için ben de Kürt’üm ama övünmek gibi olmasın diye kuyruğumuzu kestirdik” demiş. Bizim oğlan nereden nasıl bir bilgi aldıysa Kürtler kuyruklu olur diye bellemiş. Serap da Kürt olduğunu söyleyince ona kuyruğunu sormuş o da gırgırına “ben onu kestirdim” demiş.
İlkokula başladı öğretmen çocuklara teker, teker kaç kardeş olduklarını sormuş. Sıra buna gelince “benim bir ablam bir de ağabeyim var ve onlar birbirleri ile evli” demiş. Bir anlam veremeyen öğretmen beni gördüğünde sordu, ben de “Kendinden büyük bir kuzini var evli, onları ablası ve ağabeyi olarak benimsediği için böyle söylemiştir” dedim de ensest yaşayan bir aile olmadığımız anlaşıldı.
Oğlumun anılarının hangisini anlatsam şaşırdım her şeye karşın o kadar komik bir çocuktu ki. Yine ilkokulda, derslerine yardımcı oluyorum. “Ne çalışacağız bugün?” diye sordum. Hiçbir şey çalışmamıza gerek olmadığı konusunda ısrarlı. İnandım. İzleyen gün öğretmen sınav yapmış, sınav olacaklarını bildiği halde benden gizlemiş. Eve geldi ben sorup soruşturunca sınav olduklarını itiraf etti. Sinir oldum, “Kırık not alacaksın, o zaman vur başını yerlere” dedim. Sınav sonucundan o kadar emin ki hemen yere oturdu bacaklarını açtı, başladı başını yere vurmaya.
Daha pek çok komik anımız var ama biraz da kendi çocukluğumdan söz edeyim. Üç yaş dolaylarındayım. Yüksel Caddesinin ucunda, İçel Sokakta oturuyoruz, her gün gelen bir yoğurtçu var. Genç okurlarım için yoğurtçunun nasıl yoğurt sattığını anlatayım. Ensesine asılan uzun bir sopanın her iki ucuna üçgen olacak biçimde üç tane ip bağlanır, iplerin altta kalan bölümünün birinin içine yoğurt dolu tepsi diğer ucuna da tartı gereklerini taşıyan başka iki tepsi yerleştirilir. Yoğurtçu müşterisinin kabının darasını aldıktan sonra içine yoğurdu satmak üzere koyar. Yoğurtçuyla aram çok iyiydi; beni oğluna alacağını söylerdi. Ben de bahçeden bir papatya koparır, yapraklarını yolar, sarı kısmını dondurma niyetine (sevsem bari) yalayarak konu komşuya satış yaparken tepsi iplerinden birine tutunup peşinde dolaşırdım; ne de olsa kayınpederim. Bir gün, annem çalışıyor, babam çalışıyor, ablalarım okulda, herhalde benden sorumlu olan abla kendi âlemine dalmış ki ben yoğurtçunun peşinde en az iki, üç kilometre uzakta Saraçoğlu evlerine kadar gitmişim. Neyse ki bir aile dostumuz beni görmüş, babama haber vermişler de ben yine eve dönebilmişim.
İlkokul birinci sınıftayım. Canım o gün okula gitmek istemedi. Kim dinler benim keyfimi; paşa, paşa gittim. O arada aklıma çok cin bir fikir geldi, biraz oyalanıp geri döndüm ve anneme, biraz da örnek alsın diye “Öğretmen bugün kızını çarşıya götürüp ona güzel şeyler alacakmış o yüzden bizi evlerimize yolladı” dedim. Annem “Böyle öğretmenlik olmaz, ben de öğretmenim; şimdi birlikte okula gideceğiz ve ben müdüre bu durumu anlatacağım” dedi. İki cambaz bir ipte oynamaz; süklüm püklüm okula gittim.
Bir buçuk iki yaşlarındayım, nefrit oldum. Yataktan çıkmam yasak, çok sevdiğim ve o günlerde nedense karatavuk dediğim zeytin bile ve daha birçok şey yasak. Bana bakan Heves Hanım herkes gittikten sonra beni sırtına alır ben atçılık oynarken evde gezinirdik. Arada bir ucundan bir parçacık zeytin de tattırırdı. Nankörlük bu ya, kadıncağız sanırım annem asla izin vermediği için istediğim zeytini bana tattırmadı ben de “Heves Hanım ama siz de amma eşeksiniz” demiş, Her şeye karşın sizli bizli konuşarak bir soyluluk da göstermişim.
Yazlığımızda dünya şekeri bir çocuk var, dört yaşında; bizim elektrikli motosikletle onu sıklıkla dolaştırıyorum. Bir gün giyindim, hazırlandım bir arkadaşıma davetliyim; kapıda onu dolaştırayım diye bu bekliyor. “Bugün dolaşamayacağız ama yarın söz, seni istediğin kadar gezdireceğim” dedim. “Olur, yarın çıkarız ama bu kadar süslenmene gerek yok!” dedi.
Daha sonra belki bu yazının devamı gelir. Kim bilir…