Falih Rıfkı Atay'ın bir dostu, bir gün Zeynelabidin’e; "Ben Mustafa Kemal’i bir defa gördüm. Kendisiyle dostluğum yok. Fakat bozgunda Suriye'de idim. Devletin, ordunun ve herkesin ne yapacağını şaşırdığı o anarşi içinde bu komutanın ordusunu nasıl tuttuğunu ve ricatı nasıl idare ettiğine tanık oldum, başkalarına benzemiyor", demesi üzerine Zeynelabidin:
"Sen onun gözlerinin içine bak.
Bir fırsat bulursa ne padişahlığı bırakır, ne de halifeliği..." der.
Tarihi bir belge olarak çok önemli olduğu için, Falih Rıfkı Atay'a göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun son Padişahı Vahdettin ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal arasında geçen en son görüşme ve konuşmaları Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim:
"Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk.
Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var.
Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu:
Birbirine muvazi hatlar üzerine düşman zırhlıları!
Bordolardaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş!
Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kafi idi.
Vahdettin hiç unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
'Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin.
Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti); tarihe geçmiştir.'
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım.
Dikkatle ve sükûnla dinliyordum...
'Bunları unutun' dedi, 'asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim, olabilir.
Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!'
Bu son sözlerinden hayrete düştüm.
Acaba Vahdettin benimle samimi mİ konuşuyor?!
O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu.
Bütün yaptıklarından pişman mı idi?!
Aldatıldığını mı anlamıştı?!
Fakat böyle tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim.
Kendisine basit cevaplar verdim:
Hakkımdaki teveccüh itimada arz-ı teşekkür ederim.
Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.
Söylerken kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum.
Çok iyi anladığım, veliahtlığın da padişahlığın da bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek asil bir hareket bekleyebilirdim?!
Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim.
Nasıl?!
Hemen hüküm verdim:
Vahdettin demek İstiyor ki, hiç bir kuvvetimiz yoktur.
Tek mesnedimiz İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır.
Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meselelerini halletmektir.
Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna İnandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tedip edersem Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım...
Merak buyurmayın efendimiz dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım.
İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve buna emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım."
"Muvaffak ol", hitab-ı şahanesine mashar olduktan sonra, Mustafa Kemal, padişahın huzurundan çıkıyor.
Mustafa Kemal'in hocalığını yapmış olan, padişahın yaveri Naci Paşa, Mustafa Kemal ile buluşup elindeki ufak bir paketi ona uzatarak, "Zat-ı şahanenin ufak bir hatırası" diyor.
Mustafa Kemal anlatmasına şöyle devam ediyor:
"Kapağın üzerinde Vahdettin'in insiyalleri İşlenmiş bir saatti.
Peki, teşekkür ederim, dedim.
Yaverim aldı, sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık."
Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahı ile Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı arasındaki en son görüşme ve konuşma İşte bu şekilde cereyan etti.
Almanya seyahatinde Vahdettin'e refakat ettiğinde, Padişah olduğu zaman kendisini de Harbiye Nazırı yapmasını isteyen ve de olumlu bir cevap almış olmasına rağmen bir türlü o makama getirilmeyen Mustafa Kemal, yıllar sonra "eğer Harbiye Nazırı olmuş olsaydınız acaba ne yapardınız?" şeklindeki soruya muhatap olduğunda; "vakti gelince Anadolu'ya Padişahı da beraber geçirirdim" diye cevap verir.
19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'a çıkmış olan Mustafa Kemal, Anadolu’da bir hayli zor ve çetin meselelerin kendisini beklediğini çok iyi biliyordu.
O, o zamanki çalışma ve kader arkadaşı Refet Bey’e şunları söylüyor:
"İhtilalden fazla bir şey yapmak lazım.
İhtilal mevcut devletleri değiştirir, Türkiye henüz mevcut değildir, onu önce dünyaya getirmek lazımdır."
22 Haziran 1919 tarihinde yayımlanacak olan Amasya Tamimi'ne esas olmak üzere, Mustafa Kemal'in 21/22 Haziran gecesi yaverine yazdırdığı maddelerin arasında "Millet bağımsızlığını kendi kendine kurtaracaktır" İfadesini görmekteyiz.
23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum Kongresi'nin açılışında "Milletin kaderine egemen olacak bir milli iradenin ancak Anadolu’dan doğabileceğini" belirten ve "Milli iradeye dayanan bir milli kurultay kurulmasını ve gücünü milli iradeden alacak bir hükümetin oluşturulmasını ilk çalışma hedefi olarak gösterdiğini" vurgulayan Mustafa Kemal, bu kongrenin karar ve bildirilerinin bir maddesi olarak "Milli gücü faal ve milli iradeyi hakim kılmak temel ilkedir" cümlesini yazdırıyor.
General Pershing’in kurmay başkanı olan general Harburd, Sivas'ta Mustafa Kemal'le görüşürken der ki:
"Türkiye tarihini okudum.
Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş ve büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır.
Takdir ederim ama bugünkü duruma bakalım.
Başta Almanya, müttefiklerinizle dört yıl harbettiniz, yenildiniz.
Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz?!
Fertlerin intihar ettikleri vakit görülür.
Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz?!"
Mustafa Kemal, General'e:
"Teşekkür ederim.
Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz.
Fakat şunu bilmenizi isterdim ki, biz emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkum olmaktansa, babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz."
Mustafa Kemal cevap verirken, elbetteki Türk Milleti'ne güveniyordu.
21 Nisan 1920 tarihinde, Ankara'da bütün kolordu komutanlıklarına, bütün illere, bağımsız sancaklara, Müdafaa-i Hukuk Merkez kurullarına, Belediye Başkanlıklarına dağıtılmak üzere milletin isteklerini içeren 6 maddelik bildirisini yazdırmış olan Mustafa Kemal, Temsilciler Kurulu adına, 22 Nisan 1920 günü şöyle bir bildiri yayınlıyor:
"Tanrı’nın yardımıyla Nisan’ın 23'üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden sonra bütün sivil ve askeri makamların ve bütün milletin buyruk alacağı en yüce kat, adı geçen Meclis olacaktır.
Bilgilerinize sunulur."
Nihayet, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ulus Meydanı'nda bugün müze olarak kullanılan bir binada, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve ilk tarihi konuşmayı yapan Mustafa Kemal Paşa Meclis tarafından tutulması gereken yolu açıklamış:
"Hakimiyetin kayıtsız şartsız Türk Milleti'ne ait olduğunu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde herhangi bir kuvvetin bulunmadığı kabul edilerek, Milli irade esas kılınmış ve böylece kesin bir şekilde demokratik hayata geçilmiştir."
Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanağının milli egemenlik
olduğuna inanmış olan Mustafa Kemal’e göre, "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu milletin kendi kaderine kendisinin hakim olabilme yollarını belirler. Ülkenin iradesinde takip olunacak esasları, yapacağı Anayasalarla Milli İrade tayin eder" felsefesinden hareketle, hükümetin meclisin içinden çıkacağı 1921 Anayasası'yla belirmiştir, 1924 Anayasası'yla aynı doğrultuda ilkeler getirilmiş olup, bu ilkeler 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ettirilmiştir.
Devletler Hukuku'nda ve Düşünce Tarihi boyunca tartışılagelen "Kuvvetler Nazariyesi" ile "Sözleşmeler Nazariyesi", siyaset tarihinde de tartışılan "Monarşi-Aristokrasi" ile Cumhuriyet-Demokrasi, bir başka ifadeyle Krallık mı, Cumhuriyet mi, Padişah mı yoksa halk mı ikilemini, Efelik döneminde yedi vilayete egemen olan Demirci Efe, Anadolu insanının hasleti olan pratik zekasıyla tek bir cümle içinde çözmekte:
"İdare ya ilim ile olur ya da zulüm ile, ben de ilim olmadığından zulüm ile idare ettim."
Mustafa Kemal Atatürk ise Sözleşmeler Nazariyesİ'ni seçerek ilmi tercih etmiştir.
O, yaptığı inkılaplarla halkı, "Millet" seviyesine çıkararak önce, "Halka rağmen Halk için", sonra da "Halkla beraber Halk için" dönemlerini yaşatmıştır.
Sonraki nesillerin "Halkla beraber Demokrasi için", "Halkla beraber 'insan' için" dönemlerini yaşatmaları gerekiyordu.
Üzülerek belirtmek gerekir ki, Cumhuriyetin ikinci nesli olan bizler, bu
konuda başarılı olamadık.
Eğitime, öğretime ve özellikle bilime, dolayısıyla insana önem verilmedikçe, gerçek demokratik insanlar yetiştirilmedikçe, bu konuda başarılı olmamız mümkündeğildir.
(Alıntılar: Prof. Dr. Bilal DİNDAR, 'Atatürk ve Milli Egemenlik' adlı eseri)