Bir yere girdiğinizde, bir topluluk karşısında konuşmaya başlamadan önce, telefonda ilk görüşmeyi yapacağınız kişi ile diyaloga geçmeden önce kimliğinizi belirtmek usuldendir. Ancak bizde “kimlik” kavramı biraz aidiyetle eşdeğer olarak algılandığı için kim olduğunuzdan ziyade nereye ait olduğunuzu, hangi parti, tarikat, cemaat, sendika v.b. guruba ait olduğunuzu belirtmeseniz bile hissettirmek zorundasınızdır. Her şeyden önce tutunabilmek için, taltif veya saygı görmek için bir yerlerde söz sahibi olma liyakatinin birinci şartı budur. Bu da bizim geldiğimiz yahut son zamanlarda döndüğümüz aydınlanma düzeyini gösterir.
Ben de artık uçan kuşun bile ülkemiz hava sahasına girdiği andan itibaren sezdiği bu atmosferin bilincinde olarak değerli “N gazete” okurları huzurunda kendimi hiç değilse kimliğimi bir usulün gereği olarak arz etmeyi uygun gördüm.
Efendim on üç on dört yaşından bugüne okuyup yazmaktayım. Müptela olduğum yegâne koku kâğıt kokusudur. Beni bu eylemin içinde anlamlı kılan en güzel mecra ise edebiyattır. Zira edebiyat, sadece olanlar üzerinden değil, “ya şöyle olsaydı” üzerinden gider, sadece “ben” ya da “o” yoktur “o, ben ya da ben o olsaydım”ı size iliklerinize kadar hissettirir. Empatiden farkı da budur. Empati düşündürürken; edebiyat yaşatır. Edebiyatı anlayabilen insanı ve insana dair olanı da yorumlayabilir. Elbette herkesin yorumladığı şekilde değil. Zira edebiyat ikliminde seyahat eden ruhlar, herkes gibi bakmaz/baktırılamaz. Bu bağlamda onların görüş ve duyuşuna pranga vuramazsınız. İşte bütün bu sebeplerden olsa gerek şu kadar kısacık ömrüm içersinde edebiyatı anlamak ve icra etmek dışında daha ciddi bir meşgale bilmiyorum. Edebiyatı bilme bağlamında bu yüzden davam bilim; yazmak, okumak, paylaşmak, adına yegâne eylemim edebiyat oldu ve ümit ederim olmaya devam edecek.
Bu kapıdan içeri “destur”la ve “düstur”la girmesini bilenler iyi bilirler ki edebiyat nasıl yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir ideolojinin ya da öğretinin keşif kolu, aleti ya da aracı değilse; hayattan büsbütün kenara çekilerek uyuşmanın adı değildir. Gerçek manada hiçbir edebi metin çağının gelişmelerine kayıtsız olamaz. Evet yol göstermez, dikte etmez, ancak çağı okurken de kendisiyle meşgul olan zihinlere ve o zihinler zihinsel faaliyetlerine müdahale ettirmez. Bu yüzden bazı güncel gelişmelere edebiyatın çarpıcı ifade ediş heyecanıyla yaklaştığımda ya da onun bana kazandırdığı duyuş ve düşünüşle yaklaştığımda bundan meseleye kendileri gibi yaklaşmamın gerekliliğine kendilerini inandırmış gölgeler gönül koydular. Bir hadisedeki yorumuma bir kesim sevinirken; aynı kesim bir başka hadisemden dolayı beni aforoz edebilir ve etti de. -İnsanları terörize etmediğim sürece, anayasal değerlere, ,insan hak ve hürriyetlerine aykırı olmadığım sürece-sürekli takip eden dostlar bilir ki ben usulde içerikte evrensel değerleri kuşatan ve kucaklayan edebiyat ve sanattan, bilim ve akıldan başka kimseye kendimi sorumlu hissetmedim etmiyorum da. Kendimi, çevirdiği klasiklerden dolayı, Hasan Ali Yücel’i övdüm diye beni sözlü linçle, “tek parti zulmünü” övdüğümü ileri sürmek suretiyle beni dinden aforoz etmeye çalışan tek kitaplıklar karşısında sorumlu hissetmediğim gibi geçenlerde kaybettiğimiz Ozan Arif’in şiirine dair söylediğim olumlu cümlelerden dolayı bana gönül koyan solcu dostlarım karşısında da sorumlu hissetmedim. AKP’ye olan kinini tacize uğrayan çocuktan çıkaran kişiye dair tepkimden dolayı muhalif kesim karşısında da kendimi sorumlu hissetmedim. Ülkenin ana muhalefet partisinin lideri, bir devlet adamına yapılan organize edilmiş bir saldırıya tepki verdim diye AKP’li dostlarıma da sorumlu hissetmiyorum.
Kısacası hayata ve hadiselere edebiyat perspektifinden bakarken, kitaba ve yazarlara dair paylaşım yerimiz olacak bu köşede, muhatabınızın mezhebi de meşrebi de ortadadır. Sözün ve kitabın yegane yetki sahibi olduğu muhitimize göz ve gönül bağımlılığından kurtulan herkesi bekleriz.