“Bu ülkenin en büyük ve en acil sorunu nedir?” diye soracak olursanız, büyük bir çoğunluğun vereceği yanıt kuşkusuz “yoksulluk” olacaktır.
O büyük çoğunluğun “açlık sınırı” altında en temel haklarından mahrum kaldığı, sosyal dışlanma ve eşitsizlik yaşadığı, ayrımcılığın sebep-sonuç olduğu bir yoksulluk halidir “derin yoksulluk”.
Partili Cumhurbaşkanı gençlerimize “aromalı kahve içip dünyayı gezmeyi” ve halkına “manda yoğurdu, medine hurması, kestane balı ve yulaf karışımı” yemeyi önerirken ülkenin kangrene dönmüş olan derin yoksulluğunu görmezden gelmek ne büyük rehavettir!
Ülkenin genel tablosuna bakacak olursak, halkın öncelikle gıda, barınma, sağlık, eğitim, giysi, psiko-sosyal destek gibi temel haklarına erişmeye ihtiyacı vardır ve ülke halkına yoksulluğu yaşatmak düpedüz bir “insan hakları ihlalidir”.
Özellikle dünyayı vurduğu gibi Türkiye’yi de sarsan Pandemi süreci derin yoksulluğu doğurmuştur.
Güvencesiz yani günlük kayıt dışı çalışan berberler, çiçekçiler, garsonlar, gündelikçi temizlikçi kadınlar, hamallar, inşaat işçileri, kâğıt toplayıcıları, müzisyenler, seyyar satıcılar, tekstil işçileri vs. gibi günlük kazançla geçimlerini sağlamaya çalışanlar geçinmek şöyle dursun, bu süreçte işsiz kalmışlardır.
Bu da gıdaya erişimi, bebeklere mama alımını, kira ve faturaların ödenmesini imkânsız kıldığı gibi engellilerin, kronik hastaların, yaşlıların adeta ölüme terk edilmelerine yol açmıştır.
Ülkemizde her geçen gün artmakta olan “kadına yönelik aile içi şiddet”, kadının fiziksel, cinsel ya da psikolojik zarar görmesiyle sonuçlanmaktadır.
Bu bağlamda yapılan araştırmalara göre artan yoksulluk, pek çok ekonomik, sosyal ve psikolojik olumsuz etkilere neden olmaktadır.
Yoksulluk bir kısır döngü olarak şiddet riskini de artırmaktadır ki her gün cinayetle sonuçlanan bu döngü, toplumumuzun onulmaz yarasıdır.
Türkiye'de de giderek artan gelir eşitsizliği sonucu, yoksulların sayısı giderek artmaktadır ve ne yazık ki bu yoksulluktan etkilenen en duyarlı grup çocuklarımızdır.
Dünya Bankası raporlarına göre, dünya nüfusunun beşte biri uluslararası yoksulluk sınırlarının altında yaşıyor ve yine Dünya Bankası kişi başına günlük 1 dolar kazancı “uluslararası yoksulluk sınırı” olarak kabul ediyor.
Bu sınıra göre belirlenen yoksulluğa “gelir yoksulluğu” deniyor; su, beslenme için gerekli en az kalori ve çocukların okula başlayamaması gibi temel ihtiyaçların karşılanamaması “temel gereksinim yoksulluğu”, bütün gelirin besin için harcandığı ve buna karşın yeterli besin sağlanamadığı durum ise “ağır yoksulluk” olarak tanımlanıyor.
Ülkemizde gelir yoksulluğu, temel gereksinim yoksulluğu ve ağır yoksulluk olduğu gerçeğini “ekonomi tıkırında” söylemleri dahi yalanlayamaz.
Kimi yazarlar, -her ne kadar- çocukların geliri olmadığı için “yoksul” sayılamayacaklarını belirtseler de “çocuk yoksulluğu” günümüzün en can yakıcı sorunlarından birisidir.
Kuşkusuz çocukların yoksulluğu genel olarak ailenin yoksulluğuna bağlıdır ve bunun da en önemli nedeni işsizlik gerçeğidir.
UNICEF'in yayınladığı “Dünya Çocuklarının Durumu 2001” raporuna göre, “Yoksulluğun pençeleri bir aileye uzandığında, bundan en çok etkilenen, en çok zarar görenler; yaşama, gelişme ve büyüme hakları riske atılanlar, o ailenin en küçük üyeleridir. Günümüzde gelişmekte olan ülkelerde doğan her 10 çocuktan dördü aşırı yoksulluk içindeki bir dünyaya gelmektedir. Çocuk haklarının yaygın bir biçimde ihlali de temelde gene yoksulluktan kaynaklanmaktadır”.
Yani yoksulluk arttıkça evde paylaşılan besinler de azalır ve yoksulluk en çok annelerle, küçük bebekleri çaresiz bırakır.
UNICEF'e göre, yoksulluk çocukların hem bedenlerini hem de zihinlerini tahrip eder ve sonuçta yoksulluk daha sonraki kuşaklara geçerek bir “kısır döngü” oluşturur.
“Yıkıcılık” şiddetin en önemli özelliğidir ve bu bağlamda Mahatma Gandhi’nin “Yoksulluk, şiddetin en kötü şeklidir” sözünü hatırlatmak yerinde olacaktır.
Yine UNICEF raporlarına göre aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok gelişmekte olan ülkenin asgari bütçeleri sağlık ve eğitim bütçelerinin toplamını geçmiştir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Dünya Bankası ile IMF gibi uluslararası kuruluşlar yoksul ülkeleri eğitim ve sağlık harcamalarını azaltmaya zorlamakta, buna karşın askeri harcamaların kısılması konusunda sessiz kalmaktadır.
Bu gerçeklerin Türkiye için de geçerli olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Küreselleşmenin baş aktörlerinden biri olan gerek ekonomik politikalarıyla gerekse dünyadaki gıda politikaları ile milyarlarca insanı yoksulluğa ve açlığa mahkum eden Dünya Bankası'nın son yıllarda yoksulluğa karşı savaş açması da oldukça ilginç ve düşündürücüdür.
Yaşanmakta olan “derin yoksulluk” önlenebilir, karşı çıkılması gereken ve kesinlikle ortadan kaldırılması gereken bir olgudur.
Derin yoksulluğun özellikle çocuklar üzerindeki etkisini hafifletmek veya ortadan kaldırmak için ivedilikle:
- Ülkemizdeki işsizliği azaltacak, toplumsal eşitsizlikleri düzeltecek bir sosyal program acilen başlatılmalı, kaynaklar sağlık ve eğitime kaydırılmalıdır.
- Kaynakların kullanımında en dezavantajlı çocuklara öncelik verilmelidir.
- Bütün çocuklar için sağlık güvencesi sağlayacak “Çocuklara Ücretsiz Sağlık Hizmeti” yasası çıkarılmalıdır.
- Ülkemizdeki temel sağlık hizmeti sisteminde herkese eşit davranılmalıdır.
- Başta düzenli geliri olmayan aileler olmak üzere devlet doğan bütün çocuklara koşulsuz ve karşılıksız ekonomik yardım yapmalıdır.
- İlköğretim okullarında kaynağı devlet tarafından sağlanan beslenme programları (Okul Sütü Projesi, öğle yemeği gibi uygulamalar) uygulanarak yoksul çocukların beslenmelerinin düzeltilmesine bir araç olarak kullanılmalıdır.
- Yoksulların yoğun olarak yaşadığı mahallelerde ücretsiz kreş ve anaokulları açılmalıdır
Yaşanmakta olan bu kriz sürecinde kredi kartı ile yapılan ödemeler 2021 yılı itibari ile %49 artarken domatesin tanesini halkına 5 liradan yediren ağamız halkı ile adeta dalga geçiyor.
Parası olanlara kaynak aranmaksızın kur korumalı mevduat hesabı açılırken Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, bayramda verilecek emekli ikramiyeleriyle ilgili olarak “Çalışma Bakanı’nın dediği gibi, emekliye bayram ikramiyesi 1100 lira olacak” demesinin mantığının analizini değerli okurlarımıza bırakıyorum.
Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün iki sözünü hatırlatmakta yarar var:
- “Ulusal ekonominin temeli tarımdır.”
- “Bugün mevcut fabrikalarımızda ve daha çok olmasını dilediğimiz fabrikalarımızda kendi işçimiz çalışmalıdır. Refah içinde ve memnun olarak çalışmalıdırlar. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın gerçek tadını tadabilmelidir ki, çalışmak için kuvvet ve kudret bulabilsin.”
Bugün ise ülkemiz tarım yoksulu olduğu gibi o günlerdeki fabrikalardan, refahtan, eşitlikten ve zenginlikten eser yok.
Mustafa Kemal Atatürk’e çok mahcubuz çok…
Aşkım TAN
20.04.2022 – Ankara
askimtan@yahoo.com