Neydi bu?
“Yavru vatanda başbakan, bakanlar ve milletvekillerinin maaşlarından yüzde 56 kesinti yapılıyor. Ayrıca 5.000 TL’nin üzerinde maaş alan memurların da bu aybaşından itibaren maaşlarından yüzde 25 kesinti yapılacak.”
Gelinen noktada benzer ya da daha etkin uygulamaları Türkiye’de henüz göremedik.
Öte yandan hem yerel yönetimler hem de merkezi yönetim tarafından başlatılan bağış kampanyaları ile yaşanan sağlık krizinin ekonomik mücadelesi gönüllü karantina gibi “inisiyatife” bırakılmış durumda. Yani milletin vekili, bakanı, belediye başkanı, işvereni isterse ya da gönlünden ne koparsa insafına kaldık.
Görünen o ki; devletin hiçbir kurumunun vatandaşına bir ay bakacak parası yok. Tedbirler başlayalı daha bir ay olmadan yerelden merkeze kadar her kurum IBAN göndermeye başladı.
Tabii ki gün birlik günü!
Tabii ki gün dayanışma günü!
Ancak bırakalım da bunun “gönüllü” tarafını aracısız, doğrudan sivil toplum kuruluşlarımız yapsın. Devlet ise bunu adil ve şeffaf bir şekilde denetlesin.
Devlet kurumlarının asli görevi vatandaşından topladığı vergilerden kötü günler için ek ödenek çıkarmaktır. Bu görevi de gönüllü değil mecburi yapmak zorundadır.
Türkiye’de düşük gelirlilerin aleyhine olan tüketim üzerinden alınan KDV, ÖTV, damga vergisi gibi dolaylı vergiler toplam vergi gelirlerinin neredeyse yüzde 67’si.
Kişilerin gelir ve kar paylarına göre alınan gelir vergisi, emlak vergisi, kurumlar vergisi gibi dolaysız vergilerin oranı ise yüzde 33 dolaylarında.
OECD ülkelerinde bu tablonun tam tersini görüyoruz; yani dolaylı vergi yükünün ortalaması yüzde 30’larda.
Dolaylı vergiler devlete kolay toplama avantajı sağlasa da dolaysız vergilerin diğerine oranla düşük olması vergi adaletini tamamen bozuyor.
Dar gelirliden daha çok alıp, daha çok kazanandan daha az almak gelir dağılımı eşitsizliğini artıran bir durum ortaya koyuyor
Nitekim Türkiye gelir dağılımı eşitsizliğinde Avrupa’da ikinci, OECD ortalamasında ise altıncı sırada.
TÜİK verilerine göre, Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kısım toplam gelirin neredeyse yarısını alıyor.
2020 yılının vergi hedefi 785 milyar TL. Yukarıdaki 67-33 oranından bu verginin çoğunu kimin ödeyeceğini hesap edin.
Şüphesiz bu vergi yükü en çok orta ve düşük gelirli vatandaşın sırtına binecek.
Asıl mevzuya dönersek...
Bu zor günlerde adaletsiz vergi sisteminden en çok nasibi alan; çoğu işsiz veya işsiz kalma korkusunda evine ekmek götürmeye çalışan dar gelirlinin kaderini “gönüllü bağış” kampanyasına bağlamak devletin “sosyal” olma ilkesini ortadan kaldırıyor.
Anlaşılan birçok ülkede neoliberal politikaları alaşağı eden Korona(Corona) mücadelesi Türkiye’de pek işlemiyor.
Devlet “sosyal” olma ve gelirin “yeniden dağıtımı” işlevini özel sektöre ve “seçilmiş” sivil toplum kuruluşlarının inisiyatifine bırakmış durumda.
Virüsün öldürücü etkisi henüz başladı. İşler iyi giderse bu kampanyalar bizi bir süre götürür. Ancak salgın öldürücü etkisini artırır ve işler kötüye giderse merkezi yönetimin neoliberal paradigmadan çıkması kaçınılmaz.
Biz bize her zaman yeteriz de önemli olan devletin tüm varlığıyla zor zamanında vatandaşına yetebilmesi.
Elbette toplum için fayda üretebilecek sivil toplum kuruluşları bağış kampanyalarına devam etmeli. Mücadelenin gönüllü tarafı tam da burada olmalı zaten.
Devlet ise kendi varlığını tek başına ortaya koymalı. Bunu ortaya koyabilecek bir bütçe yoksa da tasarrufu vatandaş değil, bizzat kendisi yapacak.
Nasıl mı?
Maaş bağışları ile değil zorunlu maaş kesintileri ve kamu harcamalarındaki tasarruflar ile.
Türkiye’de açıklanan ekonomi destek paketi gayrisafi yurt içi hasılanın(GSYH) yaklaşık yüzde 2’sini oluşturuyor.
Bu oranlar neoliberalizmin doğduğu ülkelerde aşağıdaki gibi değişiyor:
Amerika’da yüzde 10.6
Almanya’da 28.4
İngiltere’de 14.1
Fransa’da ise 14.2
Yüzde 2’lik paket yorgun ekonomi için sadece bir başlangıç olabilir demiştim.
Türkiye bir bağış kampanyası değil, tarihinin en büyük ekonomik destek planını bekliyor.