Dilek İmamoğlu, Madam Figaro dergisine son derece “şık” bir poz verdi. Fotoğraf, profesyonelce çekilmiş. Işık, renk, gâyet iyi. O kadar iyi ki Dilek Hanım’ı bilen bir vatandaşa, “Bu kim?” diye sorsanız, “Gözüm bir yerden ısırıyor.” diyebilir. Yâni fotoğraf sanatçısı, Dilek Hanım’ın doğal güzelliğini de aşan bir güzellik yakalamış. Grace Kelly’nin gizemli tebessümünü (Bana göre böyle. Amaç bu muydu bilemem.) vermiş desem abartmış olmam.
Ama...
Benim “ama”larıma geçmeden önce haksız “ama”lara ve buna göğüs germek için yapılan abartılı “ama”lara örnek vermek istiyorum.
Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur, isim vermeden, “kıpkırmızı ruj” eleştirisi yaptı. Nerede kıpkırmızı ruj gördü anlayamadım. Gerçi kendisinin de içinde olduğu fotoğraftaki insanları karıştıran, sırf sahnede başka erkekler de var diye Tunç Soyer’in eşiyle yaptığı dansı, “pala bıyıklı erkeklerle ürpertici dans” diye tanımlayan Uğur’un eleştirisini ciddiye almamak lâzım ama vatandaş ciddiye alıyor. Videoya bakmıyor. Fotoğrafa bakmıyor. “Koskoca yazar yalan söyleyecek değil ya” diye ötesini araştırmıyor, maalesef.
Beri taraftan Oda tv’de Ayşe Baykal, yandaş cepheden gelen nâhoş eleştileri, yanlış bir kıyasla göğüslemeye kalktı. Dilek Hanım, Semiha Yıldırım’a yapılan edepsizliğe nasıl karşı çıktıysa AK Partili hanımlar da şimdi aynı şekilde karşı çıkmalıymış. Emine Erdoğan, Başbakan eşi olduğunda; Hayrünnisa Hanım, Cumhurbaşkanı eşi olduğunda neyi yakıştıramadılarsa bugün de Dilek İmamoğlu’na aynı şeyi yakıştıramayanlar varmış.
El-insaf, aynı şey mi? Emine Hanım ve Hayrünnisa Hanım, gerçekten “first lady” olduklarında saldırıya uğradılar. Dilek Hanım, daha üç aylık belediye başkanı eşi. “İstanbul’un first ladysi” diye bir makamı ilk defa duyduk. Bunun, savunulacak bir tarafı yoktur.
Benim esas eleştirim, çok farklı olacak. Vaktiyle “Şık Güç” başlıklı bir yazıyla aynı eleştiriyi, AK Partili eşler için de yapmıştım. Politikacı eşlerinin estetikli ve porselen gibi pürüzsüz yüzlerinin, artık yurdum insanına benzemediğine dikkat çekerek şöyle demiştim:
“Mihriban Aliyev gibi bir süs bebeği rol model gösterip bizim politikacıların eşlerine ‘ezikler’ denince olacağı buydu.... Evet, tek dert, iyi görüntü vermek oldu. Şık olmak; güzel fotoğraf vermek. Doğrusu, magazin basını da bu yarışı körükledi. Her şey, magazin malzemesi oldu. Baş bağlama şekilleri, kıyâfetlerin rengi, yakadaki güller, topuklu ayakkabılar… Eleştirdikçe değişme oldu. Değişme oldukça eleştiri geldi. Gün geldi, köşke lâyık görülmeyen; köşke çıktı diye kıyâmet kopartılan ve giydikleri ile yerden yere vurulan Hayrünnisa Gül, sırf Emine Erdoğan’a nispet olsun diye en şık ilân edildi.
Aslında temel sorun, “başörtülü hanımefendi” sürecinin, aslen ev hanımı olan ve eşlerinin soyadı ile varlık gösteren hanımlarla başlamış olmasıydı. Üstelik bu hanımlar, âilevî sebeplerle tahsil yapamamışlar ve hayâta erken atılmışlardı. Daha doğrusu, erkeklerin istediği hayâtı yaşamışlardı. Aynı erkekler sâyesinde, kırklı ellili yaşlarda ele geçirdikleri gücü kontrol etmek ise artık o erkeklerin bile yapabileceği bir şey değildi. Bunun adı, bastırılmış gücün patlamasıdır.”
“Bastırılmış güç” eleştirisi, Dilek İmamoğlu için geçerli değil. Tuttuğunu koparan bir Karadeniz kızı. Evlilik ve üç çocuk, kariyerine engel olmamış. Şu anda doktora yapıyor. Eş durumundan değil, kendi gücüyle bunu başarmış.
Demem o ki eşinin makamına ihtiyacı yok. Kendi kariyeri var. 23 Haziran seçimi öncesi yaptığı bir söyleşide, eşinin arkasındaki güçlü kadın olmaktan memnun olduğunu, önde olmayı sevmediğini söyledi. Ayrıca akademik alanı kastederek, “Beni, orada güzel bir süreç bekliyor.” dedi.
Çok değil, üç ay geçti. Akademisyenlik hayâli kuran CHP’li sosyalist Dilek Hanım’ı, çalışanlarının hakkını vermediği için toplu istifayla gündeme gelen bir derginin kapağında gördük. Hem de eşinin kariyerine atıf yapan ve sâdece cumhurbaşkanı eşine âit bir sıfatla. Değil yurdum insanına, kendisine bile benzemiyordu. Çok şıktı.
Benim fikrimce akademik değil, artistik bir fotoğraftı.
Dilek İmamoğlu, “Geride durmaktan memnunum.” dediği mezkûr röportajda, “Nelerden vazgeçmezsiniz?” sorusuna, “Kendime yaptığım yatırımlardan.” cevâbını vermişti.
Demek ki Dilek Hanım, geride durma fikrini değiştirdi. Basın, magazin âlemi çok süslü tuzaklar kurar. İnsanı öyle bir hâle getirir ki ne ilke kalır ne vazgeçmeyiş. Hayâtınızın en mühim işi, sâdece güzel poz vermek olur da farkına varmazsınız.
Dilek İmamoğlu, kendisiyle Semiha Yıldırım’ı kıyaslayanlara, ağzının payını vermişti. Vermesine vermişti ama güzelliğinin öne çıkarılmasından bir hayli etkilenmiş olmalı ki bunu öne çıkaran bir projeyi havada kaptı.
Bir akademisyen adayı olarak “İstanbul’un first ladysi” ifâdesini reddetmeliydi. Hem böyle bir makam olmadığı hem de eş durumundan kazanıldığı için.
O güzel fotoğraf, bana, bunları düşündürdü.
Dilber Hala gibi, lafı eğip bükmeden ortaya söyledim. Beğenen alır; beğenmeyen, bırakır kaçar.