Yazmak insanda, ya da en azından bende, tiryakilik yapıyor; yazdıkça yazasım tutar bazen. Zaten dokuz-on tane kitabım yayınlandı. İki tane de çeviri kitabım var.
Şimdiye kadar yazdığım pek çok kitabım adeta sipariş üzerine oldu. Daha önceki yazılarımdan birinde de söz etmiştim. Ben otizmli çocuklar için çalışıyorum. Ankara’da İlgi Otizm Derneği de çalışma alanlarımın içinde. Bursla öğrenci okutma çabası içindeyiz ve ne yazık ki ciddi ekonomik sorunlarımız oluyor. Derneğimiz paraya sıkıştıkça dernek başkanımızın ricası üzerine kitap yazarım, satarız, derneğe gelir sağlarız. Hem satış yapabilmemiz için hem de toplumumuzu otizm konusunda biraz olsun aydınlatabilmek amacıyla kitaplarımın çoğunda otizm konusunu irdeledim. Çok üzülerek yazdığım kurgu ve gerçek olaylardan kaynaklanan kitaplarım oldu. O kadar ki kendi keyfime göre yazma yeteneğimi neredeyse yitirdim. Sanırım bu nedenle ben ciddi bir iki kitap yazınca araya farkında olmadan illâki kendimi ve okurumu eğlendirecek bir kitap sıkıştırıveririm. “Otizm, Şart mıydı?!..”dan sonra örneğin “Hangi Hangisi?” ve hızımı alamadan “Bal Bal Tadın Gerek” kitaplarım yayınlandı. Her ikisi de insanları eğlendirmek, en azından gülümsetmek amacı yanı sıra, oldukça yorularak yazmış olduğum “Şart mıydı” sonrası kendimi de oyalamak amacıyla kaleme alınmıştır. Daha sonra, yukarıda da değindiğim gibi, toplumsal mesajlar verebilmek amacıyla yazmış olduğum kitapların arasına “Ya da..” adlı öykü kitabımı sıkıştırdım. En son çeviri kitabım “Otizmi Anlamak” hem duygusal hem bilimsel içeriği nedeniyle beni oldukça uğraştırdı.
Tam da yeni bir şeyler karalamaya başlayacağım sırada bir rastlantı sonucu yolum, daha önceden de tanıdığım ve çok sevdiğim, gazeteci yazar Nuray Başaran’la yeniden kesişti. Kendisi “Ngazete” adlı internet gazetesinde yazmamı isteyince aldım kalemi elime. Aslında gerçekten de kalemi elime aldım çünkü beyaz kâğıt üzerinde yazmaya başlamak sanki bana ilham verir. Birkaç sayfamı o şekilde yazdıktan sonra bilgisayarıma aktarırım ve arkası gelir. Neyse, bu yazılar da böylesi bir dürtü ile oluştu. Şimdi gelelim bu yazımın konusuna…
Ben genellikle dilencilere biraz kızarım. Arada para verdiklerim ya da yiyecek bir şeyler aldıklarım olmuştur ama sahtekâr olanlara hiç acımam. Bir kadıncağız, iki büklüm zor yürüyor bana avucunu açıp para istedi baktım elleri otuz yaşından küçük, eğilip yüzüne baktım, gencecik. “Ellerinden çok genç olduğun belli, dilenirken inandırıcı olmak için ellerini de ört de kimse benim gibi eğilip yüzüne bakarak gerçek yaşını anlamasın”, dedim. Kuşkusuz hiç hoşlanmadı; homurdanarak yanımdan ayrıldı.
Bir diğer dilenci anım bundan daha ilginç. Cengiz (eşim) ciddi bir enfarktüs krizi geçirdi, bazı damarları değişti. Doktorun verdiği diyeti uygulayarak güzel kilo verdi. Ben sokakta kilolu beylere rastladıkça içimden, “çok yanlış yapıyorlar, kilo vermeleri gerekir” diye düşünmeye başladım. Soğuk bir gün, herkes sıkı sıkı giyinmiş, ben de… Çağdaş markete girdim (Çağdaş Market güzelim bakkaliyeleri tahtından indiren, Migros falan gibi bir “yozlaşmış” bakkaliye). Kapıdan girdim; taş gibi, genç sayılabilecek adam. Tombiş mi tombiş. Soğuk güne hazırlıklı, üstünde onu pek güzel ısıtacak bir kaban, ayağında çok yeni olmasa da iş gören botlar, başında kaşlarına kadar indirdiği yün beresi. Soğuktan da büsbütün kızarmış elma gibi yanaklarıyla bana elini uzatarak, “Aneiy, babaiy hatırına, açım, bir ekmek parası” dedi. Verir miyim? Erkeklerde kilo takıntısı geliştirmişim bir kez... Nasıl böyle bir kötülük yaparım! Kilo vermesi lazım! Kalbini korumalı diye düşünüp görmezden geldim. Alışverişimi tamamlayım çıkarken baktım sandviç satan bankonun önünde yarım ekmek içinde döner yiyor ve ayran içiyor. “Birisi yanlış yapıp yemek ikram etmiş, günah..” diye düşünüp marketten çıktım.
Alışverişim vardı, çevredeki bir iki dükkâna girdim, çıkışta bir bakayım benim tosuncuk bana yine elini açıp, “aneiy, babaiy hatırına, açım” diye sesleniyor. “Ayol biraz önce ekmek arası döner ve ayranı götürüyordun, hala mı açsın?!” dedim. Pişkinlikle, “Senin gibi hayırsever bir abla bana ikram etti!” demez mi? Gerçekte sinir oldum, yürüdüm gittim. Birkaç gün sonra, yine yürüyüş yapıyorum, otobüs durağına yaklaşırken yine bu! Elini bana doğru uzatmış, “Aneiy, babaiy” demeye kalmadı, otobüsten genç bir anne ve oğlu indi, bizimki benden umudunu kesmiş olacak ki hemen onlara yaklaşıp aynı sözlerle dilenmeye başlayınca ben atladım ve bu adama para vermemeleri gerektiğini, hiç de aç bir insana benzemediğini söyledim. Devamını bilmiyorum, verdilerse verdiler nihayet bana ne. Ben, üyesi olduğumuz Kavaklıdere Tenis Kulübü diye bilinen Kavaklıdere Sosyal Kulübü Derneği spor salonunda günlük egzersizlerimi yapmaya gittim. Çıkışta birkaç adım attım ki bu yine karşımda, elini uzatmış, “aneiy, babaiy..” diye söyleniyor. “Ayol, ben seni tanıdım, sen hala mı beni tanımıyorsun?! Çekil git karşımdan” diye tersledim.
Aradan birkaç gün geçti. Günlerden bir gün ben düştüm, kuyruk sokumum kırılmış. Cengiz ve Kaan beni arabaya atıp doğru Güven Hastanesine götürdüler. Güven Hastanesi Ankara’nın düzgün hastanelerinden biridir; evimize de oldukça yakındır. Acilin kapısında Kaan bizi indirdi, kendisi arabayı park etmeğe gitti; ben Cengiz’in kolunda iki büklüm, acı içinde kıvranarak yürümeğe çalışırken kulağımın dibinde gayet tanıdık bir ses, “aneiy, babaiy, açım, ekmek..” demeğe kalmadan delirdim. Ama ne yazık ki belimin ağrısından doğrulamıyorum! Hışımla başımı 130 derece kadar yukarı büküp gözlerimi belerterek “yine mi sen?!” diye öyle bir haykırdım ki adam apar topar uzaklaştı.
Hastaneye girdik röntgen çekildi. Kırık saptandı ama fazla üstünde durmadım, bu ikinci kez kırılışı; bir de Kaan’ı doğururken kırılmış. Ağrı kesici bir iğne yaptılar, normal fâniler gibi dikleşmiş olarak hastaneden çıkarken gözüm benim dilenciyi aradı. Baktım garibim bir ağacın arkasına saklanmış benim çıkmamı bekliyor.
Yaz tatilim bitti, Ankara’ya döndüm, bu adamcağızı da unutmuştum. Yine Tunalı Hilmi caddesinde yürürken aynı ses, ama bu kez o oldukça korunaklı kabanının ortadan iki deliği açık olarak (besbelli biraz daha kilo almış) “aneiy, babaiy, açım” deyince göbeciğini işaret edip, “pek de aç durmuyorsun” dememle, “vay ablacığım hoş geldin, nerelerdeydin onca zaman” demez mi? Güler misin, ağlar mısın…
Benim maceralarım bitmez, arkası bir dahaki yazıma diyerek yine bir yemek tarifi ile yazımı sonlandırayım.
Ispanaklı kiş: ½ kg. ıspanağı ince ince doğrayıp az tuzla ovup suyunu çıkarın. Orta boy bir baş soğanı küçük küçük doğrayıp sıvı yağda öldürün, içine ıspanakları katıp ıspanak püresi olacak biçimde kavurun. Ayrı bir kapta beşamel sos yapmak için iki çorba kaşığı kadar unu sıvı yağda kavurun, süt ekleyerek koyuca bir muhallebi kıvamına getirin. Tuz ve muskat (Hint cevizi) ekleyin. Taze kaşarı rendeleyip ıspanaklarla birlikte beşamel sosunuza katın. Hamuru için bildiğiniz bir kiş hamuru yapın. (Ben 100gm kadar eritilmiş margarin, bir dolu çorba kaşığı kadar yoğurt, bir çorba kaşığı kadar sirke, tuz, kabartma tozu ve mahlebi unla birlikte gevşek bir hamur olacak biçimde şöyle bir, iyice karışana kadar yoğuruyorum.) Önceden yağladığınız ısıya dayanıklı cam bir kabı iyice yağlayarak elinizle hamurunuzu yayın. Üstüne ıspanaklı karışımı dökün. Bir yumurtayı çırpıp ıspanakların üzerine gezdirin. Yumurta pişmeye yüz tutup hamur kızarınca fırından çıkarın. Hafif ılınınca servisi daha kolay oluyor. Afiyet olsun.