Yapılan araştırmalara göre evcilleşen ilk hayvan köpektir. Bir canlı, içgüdülerini ne kadar kontrol edebiliyorsa o kadar evcilleşir. Beynin bu yetenekten sorumlu olan prefrontal bölgesi, köpekte oldukça gelişmiştir. İlkçağlardan bugünlere kadar güvenli bir şekilde hayat süren insanoğlu, bu mânâda köpeklere çok şey borçlu. Eğer köpek ilk ehlileşen hayvan olmasaydı çevreden gelen tehditler bilinmeyecekti ve vahşi hayâtın tehlikelerini bertaraf etmek kolay olmayacaktı.
Medeniyetin geldiği noktaya bakar mısınız? İnsanı vahşi hayattan koruyan köpek, insan için tehlike kabul ediliyor.
NEBEVÎ ŞEFKAT
Âlemlere rahmet olarak gelen Peygamber Efendimiz, hayvanlara merhamet ve şefkat gösterilmesini nasîhat etmiş; eziyet edilmesini yasaklamıştır. Susuzluktan soluyan bir köpeğe su veren kadının günahlarının bağışlandığını müjdelemiş; yemek vermeyip bir kedinin ölümüne sebep olan kadının da Allah’ın gazâbına uğradığını belirtmiştir.
Peygamberimiz, birgün ashâbı ile dolaşırken bir köpek ölüsü görmüş; ne kadar kötü koktuğundan şikâyet eden ashâbına “Ne güzel dişleri var.” demiştir.
Mekke’nin fethi sırasında şehre girerken, yeni yavrulamış bir köpek görünce hemen ordudan iki askeri ayırarak başına nöbetçi dikmiş ve son asker geçene kadar köpeği korumalarını emretmiştir.
KÖPEĞE MERHAMET EDEN KÖLE
Sıcak bir günde, Medine’de hurma bahçesinde çalışan köle, öğlen vakti ara verir. Bir parça arpa ekmeği yemek için bir ağacın gövdesine yaslanır. O anda aç bir köpek gelip kendisine bakınca ekmeği ikiye böler. Tam bir parçayı köpeğe uzatacakken vazgeçip diğerini uzatır. Bu manzarayı seyreden Hz. Hüseyin, köleye yaklaşıp bu davranışının sebebini sorar. Köle, önce uzattığı ekmeğin küçük olduğunu; bunun köpeğe haksızlık olduğu için değiştirdiğini söyler.
Hz. Hüseyin, kölenin merhametinden o kadar müteessir olur ki hurmalığı köle ile birlikte satın alır ve köleyi âzâd eder. Hurmalığı da kendisine bağışlar. Köle ise hurmalığı vakfederek, vakfın hizmetçisi olmaya devâm eder.
MÜBÂREK BİR HAYVAN: KITMÎR
Kehf Sûresi’nde, ”Köpekleri de iki kolunu uzatmış yatıyordu.” âyetinde, Ashâb-ı Kehf’in köpeğinden bahsedilir. Ne Kur’an-ı Kerim’de ne de hadislerde bu köpek hakkında başka bilgi vardır. “Kıtmîr” ismi, halk tarafından verilmiştir. Ashâb-ı Kehf?in yanından ayrılmayarak onları korumak için kapıda beklemesinden ve Ashâb-ı Kehf gibi onun da uyutulup yeniden diriltilmesinden dolayı cennete girecek hayvanlardan biri olduğuna inanılmaktadır.
Kıtmîr tasavvufa da konu olmuş ve dinî bir kimliği olmadığı hâlde sûfîler arasında bulunan kişiler Kıtmîr’e benzetilmiştir. Ayrıca dîvân şâirlerinin de ilgisini çekmiş ve bu isme telmihler yapılmıştır. Keçecizâde İzzet Mollâ, kendisinin, aman dileyenlerin sığınağı olan Peygamber Efendimizin Kıtmîr’i olduğunu söylemiş ve Allah’dan onun kapısının köpekliğinden kendisini uzak tutmamasını dilemiştir:
Kıtmîriyüz o kehf-i emânun amân amân
Dûr itmesün kilâb-ı derinden bizi Hudâ
Kemal Ümmî, Allah’dan Kıtmîr gibi bir hayvanı nasıl makbûl saydıysa kendisini de makbûl saymasını, bir köpekten daha aşağıda tutmamasını istemiştir:
Kıtmîr?i eyledün kabul
Hem bizi kılma bir itden alu kul
KEDİ VE KÖPEKLER İÇİN VAKIF
Ecdâdımız, şehirlerde yaşayan sâhipsiz hayvanların bakımı, beslenmesi ve tedâvisi için vakıflar kurmuştur. Bedeli bu vakıflarca karşılanmak üzere, kedi ve köpeklerin barınmaları için mahallelerde kedi ve köpek kulübeleri yaptırılmış; her gün düzenli olarak beslenmeleri ve temiz su verilmesi için ücretli kişiler görevlendirilmiştir. 1600’lerden itibaren eti için beslenmeyen kedi, köpek, at, eşek, katır gibi hayvanların öldürülmeleri suç kabul edilmiştir. Ölen kişilerden mallarını kedi ve köpeklerin beslenmesi için bırakanlar varsa bu vasiyet kadılar tarafından denetlenmiştir.
1700’lü yıllarda kurulan vakıflar tarafından, göçmen kuşlarla kedi ve köpeklerin tedâvisi için birçok Osmanlı şehrinde hayvan hastaneleri yaptırılmıştır. Bu şefkat ve merhamet, Batılı seyyahları hayrete düşürmüştür.
ÂSİTÂNE-İ SAADET’İN MESUT KÖPEKLERİ
Hayretîyem âsitânun itlerinün biriyem
Ol kapunun bir tuz etmek gözedür Kıtmîriyem
Hayretî’nin bu beyitindeki âsitân eşik mânâsındır. Bu kelime aynı zamanda İstanbul’un eski adlarından biridir ve Âsitâne-i Saadet olarak kullanılır.
İşte bu saadet şehrinde bir zamanlar köpekler de sokaklarda refah içinde yaşıyordu. Avrupalı seyyahların anlattığına göre, köpeklerin en çok sevildiği ülke Osmanlı ülkesidir. Köpekler, sokaklarda aç kalmamakta ve halk, hâmile köpeklerinin doğum yapması için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanmaktadır. Köpekler, doğdukları mahallede büyüyüp ölmekte; Pera sokaklarında bile canlarının istediği gibi hareket etmektedir. 19.yy’ın tanınmış seyyahlarından Edmond D’Amicis, İstanbul’un kocaman bir köpek harası olduğunu ifâde etmiştir.
İLK İTLÂF TEŞEBBÜSÜ
1800’lü yıllarda sayıları 60 bini bulan köpekler, İstanbul’un bir parçası olarak kabul edilmekteydi. Ancak, yenileşme ve modernleşme ile birlikte köpeklere bakış açısı değişti. Yöneticiler, köpeklerin şehirden sürülmesi gereğine inanıyordu. Ama halk, böyle düşünmüyordu. Geceleri mahallerine bekçilik yapan, evlerini koruyan, atıkları yiyerek temizliğe katkıda bulunan köpeklerden ayrılmak istemiyorlardı.
Köpeklerin sürgün edilmesi, ilk olarak Sultan 2. Mahmud döneminde oldu. Sokaklardan toplanan köpekleri Hayırsız Ada’ya götüren vapur, fırtına çıkınca geri dönmek zorunda kaldı. Zâten bu sürgüne karşı olan halk, bunu ilâhî bir îkâz kabul edip Pâdişâh’a başvurunca sürgün karârı iptâl edildi.
İkinci teşebbüs ise Sultan Abdülaziz döneminde oldu. Aynı şekilde toplanan köpekler, Hayırsız Ada’ya gönderildi. Ancak bir süre sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde yangınlar çıkınca halkın da isteği üzerine köpekler, tekrar şehre getirildi.
..VE SÜRGÜN
Merhametli bir pâdişâh olan Sultan II. Abdülhamid döneminde İstanbul’un köpekleri, son olarak en rahat zamanlarından birini yaşadılar. Pâdişâh, köpeklerle uğraşmak yerine kuduz hastalığı ile mücâdele için dünyânın üçüncü Kuduz Enstitüsünü İstanbul’da kurdurdu. Ancak bu durum, Meşrutiyet’in i’lânı ile sona erdi. Talat Paşa’nın Dâhiliye Nâzırı, Suphi Bey’in İstanbul Şehremini olduğu 1910 yılında İstanbul köpekleri için kesin bir sürgün karârı verildi. Hem şehirleşme hem de Avrupaî görünme kaygısı, bu karârın alınmasında tesirli oldu. Köpekler birkaç gün içinde toplandı, kafeslerle tıkıldı, mavnalara yüklenerek Hayırsız Ada’ya bırakıldı. Daha doğrusu ölüme terk edildi.
Hayırsız Ada’da kayalardan başka bir şey yoktu. Köpekler, bir süre sonra açlıktan birbirlerini parçalayıp yediler. Susuzluktan kendilerini denize atanlar oluyordu. Acı acı ulumaları İstanbul’dan duyuluyordu. Bu sesleri duyanların ölene kadar unutamadığı rivâyet edilir.
ÇANAKKALE SAVAŞI’NIN KITMÎR’İ
Çanakkale Savaşı esnâsında, 17. Alay komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte Kilitbahir Köyü’nde konaklayınca meydandaki çeşmenin yanında yara bere içinde bir köpek görür. Köpeğe su verip yaralarını temizler. Adını Canberk koyar. Köpek iyileşir ve Hasan Bey’in yanından hiç ayrılmaz. Askerlerle birlikte siperden sipere koşar. Hasan Bey, savaş meydanını gezerken yaralı bir Sırp tarafından hançerlenen Murad Hüdâvendigâr misâli, yardım için eğildiği bir Fransız askeri tarafından hançerlenir. Canberk, acı acı havlayarak yanına gelir ve ellerini yalamaya başlar. Hasan Bey’in üzeri bayrakla örtülür ve şehit olduğu yere defnedilmek üzere mezar kazılmaya başlanır. Canberk, Hasan Bey’in üzerine örtülen bayrağın altına girmiş “kıtmîr” gibi ayaklarının yanına uzanmıştır. Askerler, Hasan Bey’in naaşını kaldırmak için Canberk’i kenara çekmek isterler ama hayvancağız kımıldamaz. Hasan Yarbay’ın yanında son nefesini vermiştir. Canberk, Hasan Bey’in ayak ucuna defnedilir.