Başımıza istenmedik bir zamanda hoşumuza gitmeyen bir şey geldiğinde yanlış zamanda yanlış yerde olduğumuzu düşünürüz. Aslında birçok duruma kendimiz hükmettiğimizi sanırsak da ister kader deyin, ister rastlantı ya da yaşamımızın kurgusu bizi yönlendirir. Ben rastlantıya inanmam;onun yerine kader ya da kurgu demeyi seçerim. Benim için kader ve kurgu özdeştir.
Doğru zamanda doğru yerde olmak. Okuduğum okulda kızlar ve erkekler ayrı binalarda ders görürdük. Biz lise son sınıftayken kız-erkek birleştik aynı sınıflarda okumaya başladık. Eşimin çok sevdiği bir arkadaşımızla birlikte başka herhangi bir sınıf yerine ders ortasında kapıyı çalıp, sınıfta kendileri için oturacak sıra olmadığını bildiklerinden, kendi sıralarını itekleyerek sınıfımıza gelip bütün yıl bizlerle okuması ve çok iyi arkadaş olmamız kanımca bir yaşam kurgusudur. Yıllar geçti, biz evlendik, bir yavrumuz oldu ve onun kanalıyla pek çok çocuk ve ailesine umut ve yol gösterici olduk. Bu kanalla dünyaya geliş görevimizle yüzleşmemiz olağanüstü bir durum. Bunu ancak kader ya da kurgu olarak tanımlayabilirim.
Ama her zaman doğru zamanda doğru yerde olmayı beceremeye de biliriz. Konumuz bir küçük çocuk ve annesi. Sunay Akın İstanbul Göztepe’de bir Oyuncak Müzesi açtı. Oldum bitti oyuncaklara meraklıyımdır. Böyle bir müzenin açılmış olması benim için bir dünya nimeti olduğundan ilk fırsatta dolaşmaya gittim. 1900lerin ilk yıllarından başlayarak çeşitli oyuncaklar sergilenmekte. Benden önce yapılmış olanların teknolojinin o kadar geri olduğu bir dönemde böylesine güçlü bir hayal dünyasını yansıtarak üretilmiş olmalarından fazlasıyla etkilendim. Bir yetişkin insan olarak benden önce yapılmış olanları da zevkle izledim.
Ne var ki beni en çok ilgilendiren kendi dönemimde ve benden hemen sonra üretilen oyuncaklar oldu. Çocukluğumdaki rengârenk topaçlardan tutun minyatür kuzineler, tencere tavalar, çay takımları, yatak odası eşyaları, bez bebekler, gözlerini açıp kapayan, yürürken kafasını sağa sola çeviren dünya güzeli bebekler, itfaiye arabalar, ambulanslar, oyuncak trenler ve daha birçok oyuncak bana inanılmaz bir geçmişe özlem ve geçmiş sevgisi yarattı. Bu arada biz yaşlarda olanların çocukluklarına heyecan katan rengârenk boyanmış üstü parlak topların yer almamasına da hem şaşırdım hem de üzüldüm.
Aslında benim doğduğum yıl üretilmiş olup hemen popülerleştiği hâlde Türkiye’ye gelmesi daha ileriki yıllarda gerçekleşen Barbi bebekler ile sevimli sevimsiz birçok masal kahramanı da yıllarına göre sergileniyordu.
Bu gezintiyi yaparken hayretler içinde dikkatimi çekti ki anneler beş, altı, yedi yaşlarındaki çocuklarını kapmış sergiye getirmişler. Zavallı yavrucaklar sürekli sıkıldıklarını söyleyip şikâyet ettikçe anneleri, “İşimi gücümü bıraktım, seni oyuncak müzesine getirdim, sesini kes, oyuncaklarla ilgilen” gibi çıkışmalar yapıyor. Doğal olarak bana ne diye düşünüp sesimi çıkartmadım; ama bir anne biraz da hoyratça çocuğuna çıkıştığı zaman, artıkdayanamadım ve “Hanımefendi yanlış insanı bu müzeye getirmişsiniz; çocuğunuz yerine keşke annenizi getirseydiniz, bu müze daha çok annenizinyaşındakilere hitap ediyor” dedim. Hak verdi. Bilmem çocuğu götürüp annesini getir mi? Doğru zamanda, doğru yerde yanlış insan, hem de küçük çocuklar!
Zaman doğru yer doğru, kişi ya da kişiler doğru; iki arkadaş sohbet ediyorlar. Benim şimdi değineceğim anımda en yakın arkadaşlarımdan biri olan Serap (Emre-Yağız) ve ben ilkokuldayken okul çıkışı konuşacak önemli konularımızı (o yaşlarımızdaki önemli konularımız ne kadar önemlidir tahmin edersiniz) konuşmak üzere okul duvarına oturduk. Ben derslerde yasak olan çikletimi ağzıma alıp balonlar patlatırken sohbeti sürdürüyoruz. Serap birden, “Çok canım çekti, çikletinin yarısını bana ver” dedi; hiç tereddüt etmeden koparıp verdim. Bu ancak o da yalnızca küçük yaşlarda iki kardeş arasında yapılabilecek bir şeydi. Doğru zaman, doğru yer, doğru kişi ne var ki yanlış eylem. Şimdi bu yazımı okuyunca o dakikaları kendisi de bilmem anımsayacak mı? Büyük şansımız, artık birbirimizinsakızlarını çiğnemesek de bugün de birbirine bağlı iki dostuz. Her şey doğru da yapılan eylem yanlış, neyse ki herhangi bir hastalığım yoktu da arkadaşıma bulaştırmadım.
Aynı duruma şimdilerde her gün tanık olmaktayız. Sıradan insanların yani sekiz dokuz yerden birden maaş almayan, belirli makamlara sırtını dayamamış, rüşvetle geçinmeyen, hiçbir türlü mafyaya bulaşmamış, özetle nüfusun en az yüzde seksenini oluşturan garibanların alış güçleri meydanda. Kırmızı etin kilosu malûm, tavuk bile son günlerde oldukça pahalılaştı. Sebze, meyve hatta maydanoz, dereotu bile nadide çiçek fiyatına satılıyor.
Ramazan başında domatesin kilosu ortalama kırk liraydı neyse ki son günlerde yirmi beş liraya düştü. Gelelim doğru yerde doğru zamanda yapılan yanlışa. Ramazan boyunca televizyonların hemen hepsinde iftar için menüler ve yemek tarifleri yer alıyor. Lop lop etler mühürleniyor, neredeyse taneyle satılacak duruma gelmiş olan soğan bolca doğranıyor, bir kilo kadar domates kesiliyor ve ana yemek yapılıyor. Sonra sıra bol malzemeli makarnalara, böreklere geliyor. Kuşkusuz salata eksik kalmıyor. Derken bol şerbetli ya da bol çikolatalı tatlılar nasıl yapılır ballandıra ballandıra canlandırılıyor. İftarlıklar ise ayrı konu; insanların ancak düşlerinde gördükleri ve ancak çok ayrıcalıklı bir, iki insanın yiyebildiği manda kaymakları falan öneriliyor. Devler Bahçeli’nin kulağı çınlasın. Bir türlü söyleyemediği pasta ve ekmek örneklemesi aklıma geldi.
İz’an ister. Her şeyden önce askıda ya da bayat ekmek, pazarlardan çürüğe kaçmış sebze, meyve, kasaptan on liralık kıyma alan, iftar vaktine kadar aç kalmakta olup sonra da çorba ekmekle iftar açan insanları böylesine nispet yapar gibi imrendirmek en azından günahtır. Büyük bir toplumsal suçtur ve vicdansızlıktır.
Kaşının üstünde gözü var diyeni cezalandıran RÜTÜK’ün işine gelmediği zaman hep yaptığı gibi üç maymunu oynamakta olduğu bir kez daha kanıtlanıyor.