Yine bir anneler günü haftasına girdik. Haftasına diyorum, anneler için gün olan; reklam sektörü için artık hafta hatta haftalar öncesinden başlayan bir ticari faaliyet oldu. Aynı şeyi sevgililer günü, babalar günü v.b.. günler için de düşünmek mümkün. Gazeteciler için tarih geçti gibi ama bu yazıyı kaleme alırken, Yeni Çağ gazetesinin bir yazarına yapılan terörist saldırıyı öğrendiğimde herhalde önümüzdeki yıllarda, güvenlik tedbiri kapsamında, hayatta kalabilme adına sermayenin dâhileri bu ürünler üzerinden gazeteciler gününü de haftaya çevirirler diye düşünmedim değil. Her neyse biz esas mevzua dönelim.
Pazar, her şeyi olumlu çerçeveden alıp duygu ticareti yapadursun biz realite adına meselenin olumsuz yönüne de dikkat çekelim, bu gün vesilesiyle… Tabi realizm diyorum, evladını cami avlusuna bırakan, öldüren, işkence eden, gayri nizami harplerde ve tıbbi deneylerde denek olarak kullanılasıca yaratıklardan bahsederek meseleyi İncil merkezli bir natüralizme çekmeye niyetim yok.
Hiç unutmam bir ara Charlotte Runcie The Telegraph’taki bir yazısında o yılın yaklaşan anneler günü etrafında İngiliz edebiyatının kötülükte öne çıkan on annesini yazdı. Bunlar arasında Türk edebiyatseverlerinin de yakından tanıdığı kahramanlar da var: “Muhteşem Gatsby” romanının bir kıza hamile kaldığını öğrendiğinde, onun aptal ve güzel olarak dünyaya gelmesini arzu eden Daisy Buchanan’ı, meşhur “Lolita” (Yazarı: Vladimir Nabokov) romanının Charlotte Haze’si… Kendisinin sevgi derecesinin kritiğe tabi tutulduğu ve adını kendinden alan roman kahramanı (Neredesin Bernadette) Bernadette ile Macbeth’in meşhur Lady Macbeth’i bunların en bilinenleri.
Bu yazı hemen akla, Türk edebiyatında hususiyle de Türk romanında kötü anne örneklerini getirdi. Eskiden beri kültür ve edebiyatımızda şefkatin ve aile içi terbiyenin yegane timsali olarak görülen anne, yeni bir medeniyetin eşiği olarak kabul edilen Tanzimat döneminde de bu rolünü devam ettirmiştir. Hatta ister yerel isterse kültürel manada bütün ütopyalarda annenin yeri bizim kültürümüzde hiçbir zaman değişmemiştir. Bu bağlamda günümüze en yakın bir örnek olarak Sezai Karakoç’un medeniyet tasavvurundaki annenin rolü hatırlatılabilir. Peki bizim edebiyatımızda kötü anne modeli yok mudur? Varsa bu model hangi yönleri ile irdelenmiştir? Tanzimat’ın ilk yıllarında hususi ile de birinci Tanzimat dönemi romanlarında anne her zaman edilgen bir konumdadır. Namık Kemal’in İntibah romanında tek rolü kötü kadın tipi karşısında oğluna sorgulamadan itaat edecek (zamanında kendisinin yaptığı gibi) bir cariye bulmakla onun durumuna çare arayan bir anne modeli görürüz karşımızda. Aynı anne tipi ikinci Tanzimat’ın önemli bir romanı olan Araba Sevda’sında oğlu Bihruz Bey’in baba parasını har vurup harman savurması karşısında, evlilik tercihleri karşısında edilgen olarak konumunu devam ettirmekle kendini gösterir. Ancak bu anne tipleri için net bir “iyi” ya da “kötü” şekilde sınıflandırma yapmak mümkün değildir.
Bizde kötü anne tipi yine Tanzimat edebiyatı ve sonrasında etkisinin devam ettiği yıllarda ortaya konan eserlerde pedagojik kaygı merkeze alınarak işlenir. Yani “kötü örnek” olan “snob” bir anne tipi ele alınır. Emine Semiye’nin Muallime isimli romanındaki anne, üvey anne elinde büyümüş, özenti batılı hayatı kocasının evinde görüp kayınvalide de ölünce ölçüsüz eğlence hayatında kızını da olumsuz manada etkilemiş bir anne anlatılır. Bu tip anneye bir diğer örnek Aşk-ı Memnu romanının Firdevs hanımıdır. Doymak bilmeyen “safahat” ve gösteriş hırsı sonunda “Melih Bey Takımını” bir başka aile ile birlikte felakete sürükleyen bir anne olarak görürüz Firdevs hanımı. Eğer hala konuyu pedagojik bir kaygıyla ele alacak romanlar olursa bu anneleri, çocuklar karşısında kitapla, dergi ile gazete ile değil de akıllı telefonlardan bakılan fallar, sosyal medyadan yapılan dedikodularla tasvir ve tahlil eden eserleri raflarda görmek mümkün olacaktır.