Yıllarca ders verdiğim Üniversitelerde sevgili öğrencilerime hep dünyada en önemli konunun ekonomi olduğunu anlattım. Gençlere bu ekonomik gücün dağılımında ya da satışında egemen ülkelerin satın alan diğerlerine gösterdiği ticari dayatma kararları alması sadece ve sadece o ülkelerdeki ekonomik gücün onayına bağlı olarak kalması ve üretici sektörlerin egemen erlerin aldıkları kararları da her an değiştirebilecek olduğunu anlattım. Bu gerçek oluşum, çalıştığım Gazetelerde, Radyolarda veya TV kanallarında söylediğim ya da yazdığım haberler, makaleler bu minval çerçevesinde kaldı. Bu benim yıllarca araştırdığım ve sonuca yaklaştığım sandığım Kurtuluş Savaşından başlayarak Türkiye Cumhuriyetinin yabancı ülkelerle olan ilişkilerinin en yakın perspektifte değerlendirmek anlamına gelmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Kurtuluş Savaşı, yabancı ülkeler ve Osmanlıdan koparılan birçok ülkelerle olan ilişkileri ile başlamıştı. 23 Nisan 1920’de, Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi sayesinde söz konusu yabancı ülkeler ile ortak destek kararlar verildi. Bunun başında da Sovyetler Birliği oldu. Lenin ile Gazi Mustafa Kemal Paşanın ortak çıkarları birleşmişti. Osmanlıyı işgal eden Emperyalist ülkelerin topraklarımızdan çıkarılması ve iki kutup arasında bir tampon ülkenin yer alması Moskova açısından çok önemli idi. Ruslar, Türklere hem milyonlarca Ruble, Altın ve büyük menzilli toplar hediye etmişti. Bu destek Kurtuluş Savaşının kazanılmasında çok önemli idi. Sakarya Savaşını kazanmak ve İzmir’i geri almak unutulmazdı. Ardından İngiliz-Fransız-İtalyan ve Yunan Askerlerinin İstanbul’dan çekilmesi gerçek bir zaferdi.
Lozan sözleşmesinin emperyalist ülkelerin imzası ile Cumhuriyetin kurulması bir an meselesi olmuştu. Atatürk, Cumhuriyetimizin 29 Ekim 1923’te kuruluşundan sonra tüm dünyaya “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” demişti. Emperyalistlere karşı Sovyetler Birliği ve halen ekonomisi güçlü ülkelerin sömürü politikaları altında kalan tüm ülkelerin kalplerinde unutulmaz bir lider olmuştu.
Ardından ikinci Dünya Savaşı yaşandı. Birleşmiş Milletler kurulmuş ve güvenlik çerçevesinde Varşova Paktının kurulması üzerine oluşturulan NATO’da Türkiye, 1991 yılına kadar iki kutuplu dünyada politik ve askeri tehditlerin uçuştuğu yıllarda dış ilişkilerde görüşmelerin yapılabildiği tek açık ülke idi.
Sonra bu günlere nasıl dönüştük derseniz en büyük sorun bence tek boyutlu bir dünyada değişen ‘konjonktür’ yepyeni tehdit ülkeleriz seçildi. Afganistan, Irak, Sureyi, Tunus, Mısır. Ve bu ülkelerden bazılarına yapılan saldırılar istediklerinin de tam cevap vermedi. Öte yandan NATO çerçevesinde Türkiye’nin hala Rusya Genel Kurmay Başkanı ile senede iki kez görüşen Türk Genel Kurmay Başkanının uluslar arası ilişkilerdeki değeri geçerli olmasına karşılık olması Beyaz Saray’da defterden silinmiş bir ilişki olarak bakıldı.
Gelelim bu günkü ABD’nin, Türkiye ile olan ilişkilerinde terazinin ters taraftan yana olacağı sinyali gündemde. Yaptırım kararları belli olmuş durumda.
Peki, biz bu günlere nasıl geldik? Anlatalım!
Türk Hükümeti önce ABD ile Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde Eş Başkanı idi ve Kuzey Afrika’dan başlayarak Orta Doğu ve Arabistan ülkelerindeki değişimin baş aktörlerinden biriydik. ABD geçmiş yıllarda sık sık yaptığı çıkar gerekçelerinin sık sık değişmesi bu olaylara deneyimli rahmetli Süleyman Demirel’in söylediği gibi “Dün, dündür. Bugün bugündür!” gibi “yeni defter açacak” lider henüz ortaya çıkmış gözükmüyor. İşte gündemin baş aktörleri Süleyman Demirel olmazsa Rusya’dan aldığımız S-400 füzeleri yüzünden baskı politikalarının kurbanı oluruz.
Koskoca Osmanlı İmparatorluğunun parasını önceden ödediği gemileri İngilizler vermez ise ödediğimiz jet uçaklarımızı da ülkemize getirtemeyiz.
Lakin geleceğe ışık tutan bir konu var. O da Avrupa Birliği. Onlar da Türkiye’ye karşı baskılarda bulunmalarını şimdilik ertelediler. Bu ABD’nin Türkiye’ye yapacağı baskı olasılığı. Avrupa “ABD size kızıyorsa biz Avrupa’da kurtarırız” diyorlar. Birlik ile tam üyeliğini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi yeni bir defter açalım tezi her an gündeme gelebilir. Ancak, AB’nin ikinci güçlü üyesi Fransa NATO’nun üyesi iken De Gaulle ulusal Amerikalıların askeri uçaklarını alacağıma kendi ülkemin fabrikalarının üretilmesi için NATO’nun Askeri Kanadından çekilmişti. Bizim de Demirağ Uçak Fabrikamız vardı. Bomba fabrikamız vardı. Biz NATO’ya üye olurken kendi askeri fabrikalarımızın hepsini kapattık. Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanları (son ikizi) kendi ülkelerinin “Mirage” uçaklarını kapatıp NATO’nun Askeri Kanadına yeniden döndüler. Başta Fransa olmak üzere özgür askeri sektörüne yeniden döneceğini sanırsak çok aldanacağımız da ortada. Fransa, ABD’nin denetimi altına alınmış gibi gözüküyor. Ne dersiniz?
Türkiye’nin dış politikasına gelirsek her ne kadar ulusal çıkarlar gündemde olduğuna dair fikirler daha hala gündemde olduğu için eski Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinin Türkiye-Rusya Federasyonuna benzemediğini de bilmemiz gerekir.
Terazi, hala bizim açımızdan durum eksi olarak devam etmekte. Ne var ki, gerek iktidar ve destekçisi ile muhalefet partilerin de bu işi düzeltebileceğini şimdilik sanmıyorum. Bakalım gelişmeler neyi gösterecek.