Fadima Portekiz’de bulunan önemli bir turistik merkezdir. Hristiyanlar için önemli olduğu kadar dünya gezginlerinin de ilgisini çeker; ortalama on beş milyon kişi bu yerleşim merkezini ziyaret ediyor. Fatima’nın ilginç bir öyküsü var. 12. yy.’da bölgede yaşayan Mağribliler’in şehirlerine yapılan akınlar sırasında genç bir şövalye Müslüman bir prensin Fatima isimli kızını kaçırır. Fatima zamanla kendisini kaçıran şövalyeye âşık olur. Evlenmeden önce de Hristiyan olmayı kabul eder. Vaftiz ismi Ourem olur. Şövalye ise eşini mutlu etmek için yaşadıkları şehrin adını Ourem olarak değiştirir. Fakat kısa süre içerisinde Ourem hastalanır ve ölür. Eşinin ölümüne çok üzüldüğünden ötürü kendisine yeni bir manastır kurma görevi verilir. Kurduğu yeni manastırın etrafındaki yerleşime de Fatima adını verir.
Fadima’yı bu kadar ünlü yapan konu ise 1917 yılında Meryem Ana’nın üç çoban çocuğa görünmesi ile başlar. Çocuklar gördüklerini büyüklerine anlatır ve bu bilgi kulaktan kulağa tüm ülkeye yayılır. Çocukların önderliğinde halk bir Ekim günü, fırtına ve şiddetli yağmur altında açık bir alanda toplanıp Hazret-i Meryem’i beklemeye başlar. Derken, yazılı olarak anlatılanlara göre birdenbire yağmur durur, gökyüzü aydınlanır güneş yüzünü gösterir, sonra on iki dakika boyunca bir ışık gösterisi ortama hâkim olur. Fadima’nın öyküsü özetle böyle. Üç çocuktan ikisi küçük yaşlarında ölür ama üçüncü çocuk, Azize Lucia, uzun yıllar kendisini dine adayarak yaşar.
Gelelim benim öyküme. Portekiz’de bulunduğum sırada Lizbon’u ve çevreyi günlük turlarla gezdim. Portekiz’e bayıldım; sıcak, saygılı, güler yüzlü insanların ülkesi. Sınırları içinde bin bir güzelliğe tanık oldum. Gezilerim sırasında Fadima’ya da gittim. Grupta benden başka Hristiyan olmayan birkaç kişi daha vardı. Ufak bir gruptuk.
Rehberimiz bilgi donanımı yerinde, orta yaşlı bir hanım, hafif saldırgan bir tutumu var ama kimse oralı olmuyor. Gezintimiz sırasında yanıma yanaştı ve müstehzi bir tavırla, “Ben Türkleri Müslüman sanırdım, sen değil misin? İbadet etmek için geldin sanırım” diye sordu. Ben de dilim döndüğünce büyük bir imparatorluk yıkıldıktan sonra kurulmuş olduğu için Türkiye’de çeşitli dinlerin ve kültürlerin bir arada ve aynı zamanda sorunsuz bir biçimde yaşadıklarını anlattım. Birbirlerinden aldıkları kültürel etkileşimlerin onların yaşam biçimlerini fazlasıyla aynılaştırdığını, o nedenle de birçok ülkede “mozaik” olarak adlandırılan benzeri kaynaşmaların Türkiye için “ebru” diye ifade edilmesinin daha doğru olacağını söyledim. Sonra “ ebru” nedir onu anlattım. Son olarak da, “Yine de merakınızı gidereyim; benim Nüfus Kâğıdımda Müslüman olduğum yazılıdır” diye ekledim. Bu ayrıntılı açıklamamdan nedense pek mutlu olmadığını gözlemledim.
Gezimiz tamamlandı ve dönüş için otobüste yerlerimizi aldık. Rehberimiz yolculara her ülkede kendi dillerinde nasıl teşekkür edildiğini sordu. Çeşitli yanıtlar aldıktan sonra bana yönelip, benim yanıtımı zaten bildiğini, çünkü Türklerin “mersi” dediklerini söyledi. Benim de tepem attı. Bu kadar köklü bir kültüre sahip olan Türklerin kendi dillerinde teşekkür edemedikleri iması kanıma dokunmuştu. “Zaman zaman, kentsel kesimde “mersi” denildiği doğrudur. Ne var ki Türkler genellikle “teşekkür ederim” derler. Bazen “sağ ol” denildiğine de rastlanır. “Sağ ol” yaşamın hep sürsün anlamında bir deyimdir. Ancak genellikle “teşekkür ederim” kullanılır. Müslüman ülkelerde aynı kökenden üretilmiş “şükran”, “Şükriye” gibi deyişler aynı amaçla söylenmektedir. Umarım bu gezide sizi Türkiye hakkında yeterince aydınlatabildim” dedim.
Gezimiz bitip güzergâh gereği ilk önce ben otobüsten inerken tane tane “teşekkür ederim” dedim ve rehber doğru telâffuz edene kadar tekrarlattım. Sanırım bundan sonra Türklere bulaşma yürekliliğini gösterememiştir.
Komik bir anımla yazımı sonlandırmak istiyorum. Los Angeles’da Disney Land’e gittik. Yalnızca Türklerden oluşan grubumuzla birlikte ilerlerken Marilyn Monreo’nun “Yaz Bekârı” filminden, eteklerinin uçuştuğu o ünlü pozu ve çevresinde kameramanların da yer aldığı bir heykel grubu ile karşılaştık. İçimizden bir bey, “Aaa! Marilyn Monreo bu” dedi. Neden şaşırdığını kimse anlayamadı. Gezimiz bitti, yine aynı heykellerin önünden geçip çıkışa doğru ilerlerken aynı bey, “Çiğdem Hanım, bu kadıncağız bu güneşin altında saatlerce aynı pozda durmaktan yorulmamış mıdır?” demez mi! Gerçekten çekim yapılıyor sanmış adamcağız. Bunun canlı olmadığını, bu kadıncağızın onlarca yıl önce öldüğünü, bu gördüğümüzün kendisinin heykeli olduğunu anlattım. Daha çok şaşırdı.
Aynı geziden başka bir anı; aramızda sonradan görme, her fırsatta parası ile övünen ve benim asla ahbaplık edemeyeceğim bir bey toplu gezilerimizden birinde tüm gruba dondurma, kahve falan ikram etmek istedi. Ben arkalardan geliyordum, çağrısını duymazdan geldim. Gözümde güneş gözlükleri var o nedenle nereye baktığım belli değil. Adam ısrarla “Hanımefendi, hanımefendi” diye sesleniyor. Ben oralı olmuyorum. Sonra koca sesiyle karısına, “Şu yalnız seyahat eden, suratsız kadının adı neydi?” diye sordu. Hele suratsız olduğumu öğrendikten sonra ikramını kabul etmeme konusunda büsbütün direndim.
Garibim bugünleri yaşıyordur umarım. Açsın televizyonunu, bilgiç bilgiç saçmalayan adamları görüyorsa, asıl suratsız kimmiş öğrenmiştir sanırım. Bu durumda benden özür dilemesi gerekir.