FELÂKETZEDELERE KEYİF ÇAYI FIRLATMAK NEDİR YA!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen sene Van’daki çığ felâketi esnâsında Delice’deki mitingini iptal etmediği gibi, kendisini dinleyenlere keyif çayı fırlatmıştı. Seyrederken kelimelerimiz tükenmişti. Fakat kelimeleri tükenmeyenler vardı. “Çığ felâketi görüntüleriyle aynı anda, Cumhurbaşkanımızın mitingini yan yana vermek hiç doğru değildi meselâ. Milletin vicdanını kanatmaktır bu.” diyen Sibel Eraslan’ın ne demek istediğini, Allah rızâsı için birilerinin açıklamasını istemiştim. “Mâdem ikisi bir arada olmuyorsa Cumhurbaşkanımız, mitingde niçin çığ felâketinden bahsediyor? Niye keyif çayı dağıtıyor?” diye sormuştum.
Beni muhâtap alıp cevap veren olmadı ama bu fikir birilerinin hoşuna gitmiş olmalı ki televizyoncuları, iki görüntüyü birleştirme zahmetinden kurtardılar. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na, Rize’de otobüsün tepesinden felâketzedelere çay fırlattırdılar.
Hadi buyurun, durumu kurtarın! İmkânsız değil mi? Bu öyle yandaşların çözeceği türden bir problem değil. Onlar, daha dünki çocuklar. Şöyle her dönemi görmüş, çok tecrübeli, iki üç bilinmeyenli denklemi çözebilen biri lâzım. Görevi, Mehmet Barlas üstlendi. Erdoğan’ı eleştiren herkesi beyaz Türk yaparak başladığı 24 Temmuz târihli yazısına, şöyle devam etti:
“Bayram günü Cumhurbaşkanı ile telefon aracılığıyla bayramlaşırken sesindeki kırıklığı hissettim. Hemen açıkladı, ‘Rize'ye baksana, bu kent bu hâle düşmüşken bayram sevincini nasıl yaşarım?’ dedi. Dün de Rize'deydi Erdoğan.”
Meğerse bu seferki çay, keder çayıymış!
Yâhû bu kadar zahmete ne gerek var, beyaz Türk olmayan köşe yazarları? Hepinizin dilinin ucundakini, sevâbına ben yazıvereyim:
Sayın Cumhurbaşkanım, bizim devlet geleneğimizde böyle bir ikram biçimi yok. Lütfen Türk Milletine, otobüsün tepesinden çay fırlatmayın! Birgün vicdânı kanayan millet, o çayları geriye otobüse fırlattığında demedi demeyin! Ayrıca bu çay fikrini size kim verdiyse otobüsün tepesinden fırlatın atın onu!
YÜZME BİLMEYEN BAŞBAKAN
Meşhur bir fıkra vardır. Bir türlü gazetecilere yaranamayan başbakan, bir gün hepsini bir göl kenarında toplamış. Sonra gölün üzerinde yürüyerek karşıya geçmiş. Ertesi gün manşetler şöyleymiş:
“Başbakan yüzme bilmiyor”
Bu fıkrayı, şu andaki yandaş gazeteciliğe uyarladım. Başbakan, gölün kıyısında durup, “Ben yüzme bilmiyorum.” demiş. Ertesi gün manşetler atılmış:
“Başbakan ne ara yüzerek karşıya gidip geldi anlayamadık”
Tayyip Erdoğan, belediye başkanı ve daha sonra başbakan olduğunda birinci fıkradaki gibi ne yapsa yaranamıyordu. Mr. Smith Wasington’a gidiyor filmindeki gibi gazetecilerin tuzaklarına da düşüyordu.
Zaman, her şeyin ilacı. Erdoğan, basının nasıl hizâya sokulacağını öğrendi. Artık neylerse güzel eyliyor.
KIBRIS ŞEHÎDLERİNİN RÛHUNU SIZLATTIK
Erdoğan’ın 20 Temmuz’da Kıbrıs’ta vereceği müjdeyi, ben de çok merak etmiştim. Herkes gibi KKTC’nin tanınmasıyla ilgili mühim bir adım bekledim. Zâten aylar öncesinden belli olan “külliye müjdesi” sonrasında ise daha büyük bir merak sardı beni: İktidara yakın gazetecilerin bu müjdeyi(!) nasıl göklere çıkaracaklarını.
Allah’tan, Erdoğan, bir gecekondu sözü etti. Mezkûr gazeteciler, daha düne kadar farkında olmadıkları başkanlık konutunun gecekondu olduğu fikrine bayıldılar. “Bu mu yâni?” diyen herkesi, Kıbrıs halkını gecekonduya lâyık görmekle suçladılar.
Ne kadar ayıp! Kıbrıs bugüne kadar gecekondudan mı idâre ediliyordu?
Savunmaların en komiğini, Habertürk’teki bir tartışma programında Zafer Şâhin yaptı. Uzaya bilmem kaç şeritli yol yapılacağına inanan seçmeni elde tutmak ve üzerine de akşam ne yediğini unutanlar ile baba soyadından başka mârifeti olmayanlar sâyesinde üç beş oy tırtıklamak amacına yönelik bu Kıbrıs çıkarması, şehîdlerimizin rûhunu sızlatmışken tuttu, eleştirenleri ayıpladı. Bu mesele, iç siyâset malzemesi yapılıyormuş.
Bağımsızlığın hâtıralarını taşıyan binâya gecekondu demek, devlet geleneğimize uymadı. Şahsen ben, çok utandım. Peki işe yaradı mı? Hem de nasıl yaradı. Ekonomik krizden şikâyet eden bir Reisçiye, “Ama Kıbrıs’a külliye yapıyoruz.” dedim. Önceki akşam tv’de dinlediklerini sıralamaya başlayınca ağzımı açtığıma pişman oldum.
Seçim öncesi nur topu gibi bir Kıbrıs meselemiz oldu. 1974 harekâtında iktidarda olan CHP, sırf külliye yapımına karşı çıktığı için Kıbrıs dâvâsına ihânetle suçlanırsa şaşırmam. Bir zamanlar, “Kıbrıs’ı sattınız!” diye AK Parti’ye bas bas bağıran MHP, külliye yapımının 1974 çıkarmasından daha mühim olduğunu savunursa şaşırmam. Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu’nun peşinden emin adımlarla giden Fâtih Erbakan’ı kırmızı plakalı arabada görünce de şaşırmam.
Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum ve bu şaşırmama, yâni alışma hâli, beni çok ürkütüyor.
FRODO’NUN AMCASI
Seksen yaşını geçmiş Oğuzhan Asiltürk’ün önce Erdoğan ile görüşmesi, sonra birlikte Kıbrıs’a gitmesi hakkında çok şey söylendi.
Benim aklıma ise Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüz yaşını aşmış, her tarafı buruş buruş olmuş, oturduğu yerde uyuklayan ama vaktiyle doya doya taktığı güç yüzüğünü bir kez daha takmak için yeğeni Frodo’ya yalvaran Bilbo Baggins geldi.
SÖZ VERİYORUM, VİYANA’DA KALİNKA DİNLEYECEGİM DÂVUT BEY!
“TRT’de Açlık Oyunları” yazıma, vermemiş gibi verdiğiniz cevaptaki ince mesajları aldım. Evet ben bir arşiv fâresiyim, Sâlih Tuna. Sözün uçup yazının kaldığını, ecdâdımın yâdigârı Osmanlı Arşivi’nde çalışırken öğrendim. “Ben senin cemâziyelevvelini bilirim” sözünü de orada öğrendim.
Devletin torbasından don yapıp giymeyeceksin arkadaş! Hadi şeytana uydun yaptın, o donla hamama gitmeyeceksin. Yoksa nerelere yükselirsen yüksel, oranı buranı tırmalar.
Yazınızdan çok etkilendim. Söz veriyorum, adam olacağım. Viyana’ya gidince, hele de kar yağıyorsa kalinka dinleyeceğim. Berthold Brecth’in, mecbûr olmadığı hâlde McCarthy komisyonuna ifâde vermeye gittiğini ve ülkeyi terk etme pahasına komisyonla dalga geçtiğini, kimseye söylemeyeceğim. Zâten adam olsa komünist olduğunu, “Karl Marks ne zaman ağlasa ağlarım” dediğini gizlerdi. (Hemen zıplamayın, aynı dönemde yaşamadıklarını biliyorum.)
Hoş görün Sâlih Bey! Fâre geldik, fâre gidiyoruz.