Bazı kesimlerin çok sevdiği Osmanlı Padişahı Abdülhamit döneminde, düzgün gazetecilik yaptıkları için sürgünlere gidenlerin yanı sıra, saraydan maaş alan ve padişaha övgüler düzen gazeteciler vardı.
Bunlardan biri de ‘Baba Tahir’di, Malumat diye bir gazete çıkarırdı ve Terkos Gölü’nün su hakkını elinde tutan Fransız şirketinden de her ay rüşvet alırdı. Hatta Fransız şirketi bir keresinde rüşveti aksatınca, gazetesinde ‘Terkos Gölü’ne domuz düştü’ diye haber yaptı. Domuz düşen gölden kimse su içmeyince, Fransız şirketi rüşveti hemen katmerli ödedi ve Baba Tahir’in gazetesinde ertesi gün şu başlık çıktı:
“Terkos Gölü’ne düşen domuz değil, ahu gözlü bir ceylanmış!”
Kısaca Türk Basın Tarihi, Türk Siyasi Tarihi’ni elinde bulunduranların tıynetine göre, bazen ‘rüşvetçi’, bazen ‘ırkçı’, bazen ‘faşist’, bazen ‘darbeci’, şimdilerde de ‘yandaş’ oldu ve hep geçinip gitti.
Tabii ki, düzgün gazetecilik yapan, iktidara veya patronlarına yaranma derdi olmayan, bu uğurda mücadele eden sayısız saygın gazeteci de gördük. Bu yüzden zaten pek çok gazeteci de ‘kahpece’ cinayetlere kurban gitti. Ne Abdi İpekçi’nin, ne Çetin Emeç’in, ne Uğur Mumcu’nun, ne de Hrant Dink’in gerçek katillerini de cezalandırmak mümkün olmadı. Maalesef gazeteci katilleri hep kollandı ve korundu.
Bugünlerde bazı medya kuruluşlarının ‘Fonlanması’ meselesi tartışılıyor. Hepimizin bildiği gibi, son 20 yıllık siyasi gelişmeler, gazeteciliğin hakkıyla yapılmasına uygun bir atmosfer bırakmadı. ‘Yandaş’ denilen ve siyasi iktidarın açık ‘parasal’ desteğiyle yaşamanı sürdüren bir medya oluştu. Ve bu medya, haber vermekten çok haber vermemeyi seçerek varlığını sürdürmeye devam ediyor. O yüzden hem tirajları yerlerde, hem de reytingleri…
Kendilerini orta yolcu sayan bir grup medya organı ve bunların çalışanları ise, ancak ‘Zülfüyare dokunmadıkları’ sürece ve ‘Biz işimizi hakkıyla yapıyoruz” havası vermeye çalışarak bugünlere geldiler. ‘Zülfüyare dokunmayanlar’ içinde ‘Ekmek parası’ peşinde olan çok düzgün gazeteciler olduğunu biliyoruz. Ama bir de bunların görünen yüzleri var ki, onlar, statükolarını korumak için ‘cambazlıkla-çakallık’ arasında cengâverlik ederek cansiperane kalem oynatıp, geçinip, gidiyorlar.
Bir de, işsiz kalınca, yurtdışından fon arayışına girerek, özgür-tarafsız medya organı oluşturmaya çalışan, medyadan servet yapmayı değil de, birkaç genç gazeteciye iş sağlayıp, ancak maaşlarını çıkarabilen bir grup gazeteci var.
Sonuçta gelişmiş dünya ve demokrasiye inanan Batı ülkelerinde, Türkiye gibi ülkelerde yaşayan gazetecilerin başına gelenleri herkes görüyor.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Filipinler’de yaşanıyor. Devletin başındaki Rodrigo Duterte adlı ‘Çapulcu’ ülkesinde cinayetleri savunuyor ve kendisi de üç kişiyi bizzat öldürdüğünü övünerek anlatıyor. “Güzel kadınlar oldukça tecavüzler yaşanacaktır” diye tecavüzü savunuyor, adam öldüren polislere de ‘Arkanızdayım’ diye kolluyor. İşte bu ülkede çık sok gazeteci öldürülüyor. Buna karşı direnen bir de kadın gazeteci var: Maria Ressa. Bu yüzden durmadan tutuklanıyor, ölüm tehditleri alıyor ve kurduğu internet sitesiyle mücadeleye devam ediyor. Devlet Başkanı Duterte de, Maria Ressa’nın internet sitesi Rappler’in, CIA tarafından fonlandığını da iddia ediyor, oysa bunun yalan olduğu da ortaya çıktı.
***
Gelelim Türkiye’de kurulan ve fon alan medya kuruluşlarına…
Belirttiğimiz gibi batıdaki bazı vakıflar, kurumlar Türkiye’de medyaya yıllardır maddi-manevi destek sağlıyorlar.
Örneğin Alman Konrad Adenauer Vakfı, on yıllardır Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile işbirliği yaparak yerel basını ödüllendiriyor, gazetecileri otellerde ağırlıyor, davetler veriyor, kimse de çıkıp, ‘Bu vakıftan niye yardım alınıyor?’ demedi.
‘Gazeteciliğin’ temel ilkelerinden biri, ‘Dürüst’ olmaktır.
Eğer bir medya kuruluşu, ‘Ben filan ülkenin, filan vakfından yardım alıyorum’ diyor ve bunu gizlemeyip, açıkça ilan ediyorsa, gazeteciliğin ‘Dürüstlük’ ilkesi yerine getirilmiş olur.
Bugünlerde yabancı kuruluşlardan fonlanan ne kadar medya organı varsa, olaya böyle bakmak gerekir. Aldıkları fonları gizlemiyorlarsa, hiç kimsenin gazetecilik yapmasının önünde engel yok ve olmamalı. Ancak herkes gazetecilik yaparsa, hiçbir gerçek gizli kalmaz, sosyal medya bunu bize gösterdi.
Peki ‘Fon alan kuruluşları nasıl değerlendireceğiz?” derseniz, çok basit, bu kuruluşların haberlerine bakın.
Yazdıkları haberler gerçek mi, değil mi?
Haberlerinde bazı yerleri kolluyorlar mı, kollamıyorlar mı?
Para aldıkları fonları veya ülkeleri alenen destekliyorlar mı?
Medya organlarını belli yerleri pohpohlamak için mi kullanıyorlar?
Çalışanlarına para ödüyorlar mı, sigortasını yatırıyorlar mı, yoksa sömürüyorlar mı?
***
Tüm bu soruların yanıtları rahatlatıcıysa, ortada bir sorun yok. Ama eğer bu kuruluşların yazdıkları haberler özellikle ‘belli yerleri’ kızdırıyor diye bunlara saldırı başlamışsa, ortada ‘organize bir tiyatro’ var demektir. Ve bu ‘tiyatronun’ figüranlığı, bugünlerde hazırlığı yapıldığı söylenen ‘İnternet medyasını zapturapta alma’ yasa çalışmasına payandalık etmekle sonuçlanabilir…
Bu organize tiyatronun figüranı olmak yerine ‘fonlandığı’ söylenen medya organlarının ‘gazetecilik faaliyetleri’ne odaklanmalı. Gerçekler dile getiriliyor mu? Amaç gazetecilik mi, yoksa fondan para tırtıklamak mı? Tartışmaya böyle bakıp, karar vermeli.
Gelelim yazının başlığı olan ‘fonlanmayla ziftlenme’ meselesine.
Bilinen öyküdür. Yalının kâhyası, teknenin altını iki liraya ziftlenmeye götürür, ama tekne sahibinden dört lira alır. Tekne sahibi, “Ziflenme iki liraysa, kalan para nerede?” diye sorunca da, pişkin pişkin sırıtarak “Biraz da ben ziftlendim” der.
Siz fonlananları bırakın da, onlara bakın.