Yaşamda temel kural; çıraklığını yapmadığınız hiçbir işin ustalığına soyunmayacaksınız!
Demem o ki:
Terfi, devre usülü istihbarat, gazetecilik, savcı’lık, hakim’lik olmaz, her daim liyakat esastır!
Kurtuluş Savaşı sırasında yazılan yazıları hiç okudunuz mu?!
Muhakkak okumuş olmalısınız.
Yazdığım yazıları sert bulan kimi okurlara, unutmuş olabilecekleri düşüncesi ile, o günlerde kaleme alınan yazılara yeniden bir göz atmalarını tavsiye ederim.
Soros'un devlet yıkan sivil toplum çalışmalarının bir ürünü olarak, "iktidara iliştirilen" Erdoğan'ın üzerinden, Gürcistan ve Ukrayna'daki gibi Türkiye'de de bir "Turkuaz Devrim" denemesi yapıldı.
Yalnız devletin tepesindeki onca kuşatmaya rağmen, Soros, Türkiye'de başarıya ulaşamadı!
Neden?!
Niçin?!
Niye?!
Hiç düşündünüz mü?!
Oysa bu sorunun cevabı çok basit:
Sizler sayesinde.
Sanal ortamda hep birlikte verdiğimiz samimi mücadele sayesinde!
Soros'un adamları, Atatürk Türkiyesi'ni yıkamadılar.
Bir gazeteci olarak, zaman zaman üslubum yadırganmış olsa da, kalemimin sınırlarını zorlayan bir üslupla, kamuoyunu her ne pahasına olursa olsun bilgilendirmeye çalıştım.
Bundan amacım hiç kimseyi ya da kurumu kırmak ya da aşağılamak değildi.
Sadece Türkiye üzerine oynanan oyunu deşifre etmek, ılık suda kurbağa olup rehavete kapılan bir kesimi uyandırmaktı.
Gaflet, dalalet ve ihanet içinde olanlara, asıl görevlerini hatırlatmaktı.
Bu anlamda bir gazeteci olarak, elimden geldiğince üstüme düşen görevi yaptığımı zannediyorum.
Şimdi bana gazetecilik dersi vermeye kalkan, Erdoğan'a yakın bazı isimler için birkaç satır yazmak istiyorum.
Gazeteciler için "Tarihin tanıkları" denir.
Bir başka ifade ise "Gazetecinin yaşadığı tarihin müsveddelerini yazdığıdır."
Şinasi Nahit, "Gazeteci olunmaz doğulur" derdi.
XVI'ncı Louis 1789'da "Devletin birinci gücü 300 soylu, 300 rahip, 600 de burjuvazi" diye tanımlarken..
Fransız İhtilali'ni takiben ünlü düşünür Edmund Burke, Avam Kamarası'ndan gazeteci tribününe bakıp, "Orada oturanlar dördüncü güç ve hepsinden daha önemlidir" iddiasını ilk olarak ortaya atmıştı.
Fransız İnsan Hakları Bildirgesi'nin 11. Maddesi'nde şu ifade yer alır:
"Düşünce ve görüşlerin özgürce iletilmesi, insanın en değerli varlıklardan biridir!"
Pierre Lazareff, "Demokratik bir rejimde, basın yalan söylerse, rejim de ölüme mahkum olur" der.
Joseph Pulitzer, "Halk her şeyi bilecek" derken, Hürriyet Gazetesi'nin kurucusu Sedat Simavi de, "Bir gazete ya halka satılır, ya da devlete" diyerek, kıldan ince kılıçtan keskince çizgiyi ortaya koymuştur.
Albert Camus da "Basın hükümetin ve paranın gücüne bağımlı olmadığı zaman özgürdür" diye aynı noktanın altını çizer.
Mustafa Kemal Atatürk ise yaklaşımını "Benim en büyük yardımcım matbuattır" sözleriyle ortaya koymuş, işini doğru yapan basının rejimin sindirim sistemini harekete geçirdiğini, sistemi rahatlattığını söylemiştir...
Ali Naci Karacan da 30 Ağustos 1930 günü, İnkılap Gazetesi'ni yayın yaşamına sokarken "Maksat ve Meslek" başlıklı başyazısında, gazetecilik mesleği üstüne şöyle bir tespitte bulunur:
"Gazi Mustafa Kemal, evvela, insanın en büyük kuvveti olan, 'ümid'ini kaybetmiş bir milleti, çelik iradesinin içinde topladı.
Harbi ve sulhu kazandı.
Vatanı kurtardı.
Saltanatçı ve şeriatçı idareyi parçaladı.
Sonra bu memleketi cihanın en mamur memleketleri ve bu milleti cihanın en medeni milletleri seviyesine yükseltmek için Cumhuriyet'i ve buna mesnet olarak Halk Fırkası'nı tesis etti.
Biz o fırkadanız.
Fırkanın parasız pulsuz, fakat candan adamıyız.
Daima büyük önderin işaret ettiği istikamete doğru yürümek ve onun fikirleri için, o fikirlere karşı olanlarla mücadele etmek.
Mesleğimiz budur.
Halk Fırkası'nın lideri İsmet Paşa hazretlerinden nasıl çalışmamız lazım geldiği hakkında, bizi irşat etmelerini rica ettik.
Müşarünileyh bize şu mektubu yazmak lütfunda bulundular:
İnkılap Gazetesi'ne,
Bence iyi bir gazetenin hasletleri şunlardır:
İyi ve açık görmek, bir hakim gibi hükümlerinde adil olmaya çalışmak, memleketi kendisi idare ediyormuş gibi mesuliyet hissi taşımaktır, İsmet.'..."
Maalesef ki, bugünün Türkiye'si bu noktanın, bu bakış açısının da gerisindedir.
Nitekim...
Ali Naci Karacan, 1 Ekim 1954 Cuma günkü Milliyet'in başyazısında, yukarıdaki satırların devamı olarak, yeni dönemin gazetecilik ilkelerine dair şu hedefleri ortaya koyar:
"- İktidara dalkavukluk edecek misiniz?!
- Hayır.
- Halk Partisi'ni tutacak mısınız?!
- Hayır.
- Millet Partisi'ni?!
- Hayır.
- O halde kimin gazetesi olacaksınız?!
- Halkın gazetesi.
- Halkın gazetesi ne demek?!
- Halkın gazetesi şu demek:
Hiçbir siyasi zümreye, hiçbir ecnebi sefarete, hiçbir mali müesseseye kiralanmış veya satılmış olmayan gazete.
Hadiseler karşısında peşin hükümlere kapılmayan, kendisini memleket ölçülerine göre ayarlayan gazete."
Zaman tünelinden süzülüp gelen bu sözlerin hepsi, bugün için de geçerliliğini, gazeteyi gazete yapan değerler olarak güncelliğini korumaya devam ediyor...
Hal böyleyken...
Bugün gelinen noktanın ötesinde gazete, daima birilerini rahatsız eden, araştıran, soruşturan, kuytularda kurulan kirli tezgahlan ortaya koyan bir yayın organıdır.
Onun için, kimilerinin gözünde gazeteler birer "Domuz"dur.
Ama, tüm pislikleri yiyen, ortada hiç pislik bırakmayan birer domuz...
Bu benzetme ABD'de yapılır.
Amerikan basını toplumsal kirleri, ekonomik ve siyasi ayak oyunlarını bulup, onları yiyip yok ederek, tiraj ve okuyucu ile arasındaki güven sorununu çözebileceğini bilir.
New York Post gazetesinin eski yayın yönetmenlerinden Pete Hamill, "News as a Verb: Journalism at the End of Twentieth Century" adlı kitabında bu gerçeği şu kelimelerle dile getirir:
"Bir gazetenin veya Tv kanalının iş olarak, business olarak hızlı gelişmesi ancak gazetecilik ve yayıncılık kalitesinin yükselmesi ile mümkün olur.
Yayın organları esas kazançlarını ilandan elde ederler.
Ancak okurlar, izleyiciler, yayın organındaki haberlere inanmıyorlarsa, ilanları da inandırıcı bulmazlar.
Okurlar yayın organlarının içeriğini zayıf, haberlerini abartılmış bulurlarsa, reklamı yapılan ürünler için de aynı şeyi düşünür.
Gazete olarak kalitesini koruyamayan, geliştiremeyen bir yayın organı iş olarak da verimliliğini, karlılığını ve performansını yükseltemez."
Nüans?!
Araştırmacı gazetecilik denilen hadisenin bir yönünde de işte bu gerçek vardır.
Yani?!
Halkın zararına, karanlık tezgahların izlerini sürmek ve onları gün ışığına çıkarmak; bunu yaparken de gazeteci olarak herkesten bilgi toplamak...
Gecekondu işçisinden ceylan derisiyle kaplı koltuğunda oturan patrona, polisten evrak memuruna, MİT'inden MOSSAD'ına, ClA'sına dek her yerden, herkesten, içerden ve dışardan bilgi toplar gazeteci...
Bu anlamda, Fransa'dan bir başka örnek...
Fransa'nın en saygın gazeteleri arasında gösterilen Le Monde'un Yazı İşleri Müdürleri'nden Edwy Plenel, "Köpek Zamanı" adlı eserinde, gazeteciler için Amerikalılar'ın "Domuzlar" benzetmesine paralel bir benzetme yapar.
"Köpek Zamanı", Sosyalist Başbakan Pierre Beregovoy'un bir bankacı arkadaşından faizsiz kredi aldığını ve bunu ödemediğini ortaya çıkartan gazeteci tarafından kaleme alınmıştır.
Bu haberler yayınlandıktan sonra Beregovoy, 1994 yılının 1 Mayıs günü intihar eder.
Mitterrand, Başbakan'ın mezarı başında yaptığı konuşmada, onun katilinin gazeteciler olduğunu söyler ve gazeteciler için "Köpekler" yakıştırmasında bulunur.
İşte Plenel de kitabına bu yüzden "Köpek Zamanı" adını vermiş.
Gazetecinin görevinin gerçeği ortaya çıkarmak, yani "Havlamak" olduğunu belirtiyor.
Plenel, kaynaklarla yakın dostluk ilişkilerini de gazeteci için tehlikeli bulduğunu belirtiyor ve bu ilişkinin getirdiği "dikey gazetecilik" kavramının karşısına, "yatay gazetecilik" kavramını, yani araştırmacı gazeteciliği koyuyor ve onu savunuyor.
Kaynağın istediği bilgilerin sızmasının yaratacağı sessizliğe, gazetecinin kendi araştırmasıyla ortaya çıkartılan gerçeklerin gürültüsünü tercih ediyor.
İşte böyle...
Gazeteci, politikacı değildir..
Gazeteci, sanayici değildir..
Gazeteci, iş adamı değildir..
Gazeteci, asker de değildir...
Gazeteci bunların hiçbiri olmadığı içindir ki, "Bu gerçeği ortaya koymakla, kime ya da kimlere yarar sağlıyorum" diye düşünmez.
Zaten öyle düşünmemelidir de!
İtalyan gazeteci Oriana Fallaci'nin ifadesi ile söyleyecek olursak, "Gazetecilik, tarih'e not düşmektir."
Gazeteci, hakikat'lerin aynası'dır; bu sebep'ten ayna'ya kızılmaz!
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu çerçeve'de, "Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdır" der.
Gazeteci'nin görevi "gerçek"leri ortaya çıkartmaktır.
Birilerine yaranmak adına, "susmak, görmezden gelmek, gerçeğin üstünü örtmek" değildir.
"Gazeteci'nin görevi" yerinde ve zamanında doğru soru'ları sormaktır.
Mümkünse "çığ düşmeden" önce haber vermek, uyarmak; felaket'in yaşanmasına engel olmak ya da felaket yaşandı ise sorumlular'ın ortaya çıkartılmasına katkı sağlamaktır.
Ortada bir yanlış, hata, eksiklik var ise altını, üstünü çizmektir.
Nitekim...
Başkan Kennedy, Küba'daki komünist rejimi devirmek için 17-18 Nisan 1961 tarihlerinde iki bin Kübalı mülteciyi kullanarak Küba adasına bir çıkarma yapmaya kalkışır.
"Domuzlar Körfezi Çıkarması" denilen bu müdahale, büyük bir başarısızlıkla sonuçlanır.
Çok sayıda mülteci ve Amerikan askeri ölür.
Oysa, The New York Times ve The Washington Post gazeteleri, 16 Nisan 1961 tarihinde operasyon başlamadan çıkarma haberini alırlar.
Kennedy'yi arayıp haberi doğrulatmak isterler.
Haberi manşetten vereceklerini bildirirler.
Bunun üzerine Kennedy büyük tepki gösterir...
İki büyük gazetenin sahiplerini, yayın müdürlerini arar ve şunları söyler:
"ABD için büyük önem taşıyan bu askeri operasyonu daha gerçekleşmeden haber verecek olursanız, ülkenin menfaatlerini, şerefini ayaklar altına alırsınız.
Sizleri vatan haini ilan ederim.
Bu olayın başarısızlığından sizleri sorumlu tutarım.
Ölecek her Amerikan askerinin kanının hesabını sizler verirsiniz.
ABD'nin ve Amerikan halkının menfaati için bunları yazmamanız için sizi uyarıyorum."
Kennedy'nin bu "Vatan, millet tutkusu ve sert çıkışı" karşısında, "Domuzlar Körfezi Çıkarması" haberlerini iki gazete de 16 ve 17 Nisan tarihli nüshalarında yayınlamazlar.
Ancak, çıkarma yapıldıktan sonra, diğer basın organları ile birlikte bu iki gazete de "Olayı sonradan haber almışçasına" okuyucularına duyururlar...
Çıkarmanın başarısızlığı, çok sayıda mülteci ve Amerikan askerinin ölümünün ötesinde yaşananlar ABD'de büyük bir prestij kaybı ve halk üstünde şok etkisi yaratır.
Tüm bu olayların ardından Başkan Kennedy, halkı sakinleştirmek için düzenlediği ilk basın toplantısında tarihe geçen şu konuşmasını yapar:
"Domuzlar Körfezi çıkarmasındaki başarısızlıkta ABD yönetiminin sorumluluğu vardır.
Fakat bu başarısızlıkta en ağır sorumluluk iki büyük basın kuruluşunundur.
The New York Times ve The Washington Post gazeteleri bu çıkarmanın yapılacağını önceden haber almışlardı.
Yönetim olarak biz bu haberin operasyondan önce yayınlanmamasını arzu ettik.
Korktular, bizi dinlediler.
Sorumluluktan kaçtılar, sustular.
Onlar görevini yerine getirip haberi yayınlasaydı, belki de biz durumu tekrar gözden geçirir, bu hatayı yapmazdık.
Basının sorumluluğu, gördüğü yanlışları gecikmeden ve hiçbir kimseden korkmadan, çekinmeden ortaya koyup ilgilileri uyarmaktır.
Amerika'nın iki en büyük basın kuruluşu bunu yapmadıkları, bizi hatadan önce uyarmadıkları için suçludur!"
Biz gazetecilerin temel görevi budur...
Doğruyu ve gerçeği bulmak, iz sürerek karanlık tezgahları ortaya çıkarmak...
Gerçekler ortaya çıktığında da, birileri bundan yararlanabilirmiş kaygısına kapılmamak...
Kim yararlanırsa yararlansın...
Yalandan, dolandan, kara tezgahlardan yana taraf olup, gerçeklerin gizli kapaklı kalmasından, halkın bu şekilde zarar görmesinden böylesi daha iyidir!
Ki...
Gazetecilik mesleğinin doğası gereği övmek ya da yermek veya çok ağır eleştiride bulunmak da işimizin parçası!
Soru sormak, kamu adına cevap aramak!
Yalan yazmak, iftira atmak mesleği "gazeteci" olan birini yüceltmez, kamuoyu nezdinde küçük düşürür, ününe, adına leke sürülmesine yol açar.
Bu yüzden gazetecilik mesleğini ciddiye alan her gazeteci yazdıkları konusunda titizlenir, hataya düşmemek için ciddi araştırmalar yapar.
Tüm bu tanımlamaların, bu tespitlerin ötesinde, bazı dönemlerde biz gazetecilerden bazı olaylara tanıklık etmemiz beklenmez...
Seyirci olmamız dahi istenmez!
İşte o zaman bazı gazeteler ve o gazetelerde çalışan bazı gazeteciler, korkutma ve sindirme yöntemiyle susturulurlar.
Susmak istemeyenler işlerinden kovulur...
Yazdıkları gazete sayfalarından uzaklaştırılırlar.
İşte o zaman bu olaya seyirci kalan diğer çalışanlar ise "Ağızları var, dilleri yok" bir hale düşerler.
Düşürülürler!
Aynen ünlü Romen asıllı Fransız oyun yazarı Ionesco'nun "Gergedan" adlı oyununda olduğu gibi...
Ionesco oyununda Romen halkının faşizme, nazizme nasıl teslim olduğunu, bir kasabada insanların birer ikişer nasıl gergedanlaştığını ironik bir şekilde anlatır.
"Gergedanlaşmak" sadece Romenlerin değil, baskılara, diktatörlere, faşizme ya da komünizme savaşmadan, mücadele etmeden teslim olanların, boyun eğenlerin ve satılanların genel, açık görüntüsünü yansıtır.
Öcal Uluç'un bahsettiği tüm boyutları görmenin ve yansıtmanın ötesinde, halkın gördüğü ve gazetecinin yüzüne haykırdığı gerçekleri dahi telaffuz edemez hale gelirler.
Bir tür kişilik bölünmesi yaşar, eli kalem tutan yazarlar paralel zamanlar içinde üç maymunu oynarlar...
Duymadım...
Görmedim...
Söylemedim demeye getirirler...
Bir bir "Gergedanlaşırlar!"
Sanki hayatlarında hiç böylesi bir şey yaşanmamış gibi davranırlar...
O kareleri hafızalarından silip atarlar..
Her konu hakkında fikri olan ve devlete, millete, orduya, ekonomi bürokratlarına akıl vermekten geri kalmayan gazetecilerin kalemleri tutuluverir bir anda, yazmaz hale gelir...
Böylesi bir dönemde "Kalemini kırmak ya da kırmamak" çelişkisi bir yana "Gergedanlaşan" gazetecinin halet-i ruhiyyesi şöyledir:
"Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!"
Ne sütunlarda, "Bugün canım yazı yazmak istemiyor" türünden yazılara rastlanır..
Ne "Kuru fasulyenin nimetlerinden" bahseden yorumlar göze çarpar..
Ne de kalemini kırmaktan bahseden onurlu tavırlar sergilenir...
Sadece maaşını geç aldı diye sözde bir kalem efendisinin köşesinde protesto niyetine yayınladığı şiirler yer alır, hepsi bu!
Çünkü dönem, 1983 yılına dek Arjantin'i idare eden askeri hükümetin basının iktidarı eleştirmesini yasakladığı ve adına "Lap-dog basın" denilen türden bir dönem de değildir.
Çünkü dönem, siyasetçi her ne kadar medyayı holding sarmalıyla etkisi altına almış olsa da, Ankara'nın kurulu düzen üzerinde baskı ve sansür uygulamaya çalıştığı bir dönem hiç değildir...
Çünkü dönem, gazete yönetimlerinin yanlış kararlarının, girift ilişkilerinin sonucunda düştüğü sarmaldan kurtulmaya çalıştığı bir dönemdir.
Nobel ödüllü meslektaşımız Gabriel Garcia Marquez, günümüz gazetecilerini tanımlarken bu çelişkiyi şu kelimelerle ortaya koyar:
"Gazeteciler bir teknoloji labirentinde dolaşarak, mesleği hiçbir kontrolün olmadığı bir geleceğe doğru son hızla sürüklediler.
Bir başka deyişle, gazetecilik mesleği maddi modernizasyon konusunda çok hızlı bir rekabete girerek, mesleki ruhu güçlendiren, eski paylaşımcı mekanizmayı terk etti.
Aseptik laboratuvarlara dönen haber merkezleri, okuyucunun kalbinden çok dünya dışı olgularla iletişim kurdu."
Oysa ki...
Her ne kadar yazılı ve görsel medyayı zapt-u rapt altına almaya çalışsalar da dünyadaki mevcut gelişmeler buna izin vermiyor.
İnteraktif ortam, kendi demokrasisini, kendi doğal yaşam biçimini yaratıyor.
Geçmişte dile getirilen, uğruna araba yakılıp, eylem yapılan birçok temenninin de düşünceden eyleme geçmesine izin veriyor.
Enformatik devrim, hızla, "Bilgi toplumu olma yoluna soktuğu" gezegenimiz için yepyeni bir dönemin kapılarını aralıyor.
Bundan bir kuşak önce sosyolog iletişimci Marshall Mcluhan çağdaş iletişim araçlarının ülkeler arasındaki sınırları kaldırarak, dünyayı sınırlan olmayan bir "Global village", yani "Küresel bir köy" haline getireceğinin müjdesini vermiş ve bu durumda "zaman"ın duracağını, "mekan"ın ise yok olacağını söylemişti.
2000'li yılların dünyası bu kehanetlerin hayata geçtiği bir dönemin ipuçlarını veriyor...
News International'ın sahibi Murdoch'un bir zamanlar biraz kaba bir biçimde söylediği "infotainment" yani az bilgi, az eğlence iddialarının da bu yeni dönemle birlikte geride kaldığını, her iki unsura da genişçe ve bol miktarda yer ayırma imkanının bulunduğunu görüyoruz.
Demokratik yönetim anlamında da adına "Siber Demokrasi" denilen yeni bir dönemin kapıları aralanıyor.
Milyonlarca mesaj, gazete, tv, radyo, faks, internet yoluyla interaktif bir şekilde seçilmişler üzerinde baskı kurmamıza, tepkimizi açıkça ifade etmemize olanak sağlıyor.
O halde bu suskunluk niye?!
Az bilgisi olan doktorun hastayı canından, güvenilir medyası olmayan bir toplumun da demokrasi yolundan, hedefinden, özleminden uzaklaşacağı unutulmamalıdır.
Bir dönemin kalem kıranlarını..
Fasulyenin nimetlerini yazanlarını..
Uğradıkları baskı neticesinde "Ankara Hilton" diye tanımlanan hapishanelerde gün sayanlarını..
Bu mesleğe gönül vermiş herkesi, kendi kapısının önündeki pisliği süpürmeye "Gergedan"laşmamaya davet ediyorum...
Ve..
Son olarak...
Boston Herald Gazetesi, 1847'de yayına başladığı dönemde çıkış amacını "Çağın ruhuna hitap etmek" diye açıklamıştı.
Benim de bu satırlardan amacım, gazetecilik mesleğine gönül vermiş birisi olarak, çağın ruhuna dünden bugüne eskimeyen değerlerle hitap etmek!
Onun için zaman "Domuzluk" zamanı diyorum.
Ezcümle:
Tüm gazetecileri, tüm pislikleri yemeye, her boyuttaki kirli ilişkileri ortaya dökmeye davet ediyorum...
Çünkü, "Dördüncü gücü" olmayan bir ülkenin, ne "Birinci", ne "İkinci",ne de "Üçüncü" güçlerinin var olabileceğine inanmıyorum...
Netice:
Oryantalizm ya da popülizm yapmak gibi bir mecburiyetim yok, hiç olmadı, her daim real politik'in içinden yürüyerek bugünlere geldik.
Başka?!
Yerli medya patron'ları BOP'ta ne kadar yerli'ydi, cevap'ı aranması gerekli "ciddi" sorulardan bir başkası da bu!
Hepsi ve ötesi budur.
Gerisi lüzumsuz lakırdı...
Cüneyt Şaşmaz