Son zamanlarda gelişmelere bakışımızda ciddi değişiklik fark ediyorum. Olayların, gelişmelerin faydalı ve olumlu yönlerini değil de daima eksik, aksak, hatalı tarafları üzerinden bakış alışkanlığımız oluştu. Sosyolojik ve toplumsal psikoloji açısından değerlendirilmesi gereken bir süreç yaşadığımızı düşünüyorum.
Bunun nedeni korona salgının uzamasının etkisi midir, yoksa farklı bir toplumsal algı operasyonu mudur veya yönetimsel sorunlar mıdır? Hakikaten incelenmesi gereken bir durum. Nereye baksam eleştirel yaklaşımlar önüme çıkıyor. Normal zamanlarda olsa hayata geçen birçok gelişme muhteşem olaylar olarak alkışlanacakken şimdi acımasızca eleştirilecek düzeye indirgenerek mutsuzluk ve umutsuzluk kaynağına dönüşüyor.
Hakikaten bir şeyler yanlış gidiyor bu memlekette. Bu kadar olumsuzluk algısını uzun süre Türkiye kaldıramaz. Biraz silkinip kendimize gelmemiz gerektiği açıkça ortadadır. Bu görev kime veya kimlere düşüyor bilmiyorum.
Diğer taraftan bakıyorum herkes birer fanusun içine girmiş dünyaya o fanus içinden bakıp konum belirliyor. Bütün dünya o fanustan ibaret sanıyorlar. O fanusun ortamına göre değerlendirmeler yapılıyor.
İktidarı da muhalefeti de farklı âlemde farklı hayallerde yaşıyor. Bunların etrafında oluşan kaos görüntüsü ise bir başka sorun.
Tamam, Türkiye 2023’te yapılacak seçimlere odaklandı. Artık akıl ve mantık tatile çıktı. Anladıkta hiçte mi kırıntısı ve izi kalmaz geride.
Türkiye her alanda ciddi bir inandırıcılık krizine girdi. Aynı zamanda en güzel gelişmelere karşı itibarsızlaştırma sendromuna girdi. Resmen yalan ve doğrunun bir birinden ayrılmasının zorlaştığı bir durum.
İktidarı ve muhalefeti ile herkes girdiği fanustan çıkıp gerçeklerle yüzleşmek zorundadır. Türkiye’nin gerçeklerinin konuşulma zamanıdır. Çevremiz ateş çemberine dönmüş, dünya yeniden kurulurken Türkiye’nin saman alevi gibi yanıp sönen gündemlerle meşgul edilmesi yarar sağlamayacaktır. Saman alevinin dumanında boğulmak gibi gülünç duruma düşeriz.
Silkinip kendimize gelme vaktidir. Toplum olarak girdiğimiz psikolojik durumdan çıkmamız gerekir. Hayatımızda güller dururken dikenlere takılıp kalmayalım.
Aksi takdirde soğuk hava deposunda kilitli kalan denizcinin durumuna düşeriz. Hikâyeyi anlatayım.
1950’li yıllarda İskoçya’ya yük taşımak için Reefer tipi bir gemi yanaşır. Yükünü boşaltır. Denizcilerden biri unuttuğumuz yük kaldı mı diye soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışarıdan kapatır.
Denizci depoda mahsur kalır. Bağırması çağırması fayda etmez. Sesini duyuramaz. Elindeki çakıyla kapıları da açamaz. Gemi hareket eder içerde kalır.
Denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağı psikolojisine girer. Çakısıyla, duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücudunu nasıl uyuşturduğunu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın verdiği acıyı anlatır.
Üç gün sonra soğuk hava deposunun kapısını bir başka denizci açar. Adamın cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve hayretten şaşar kalır. Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19’dur. Depo boş olduğundan soğutma sistemi zaten çalıştırılmamıştır. İçersinin derecesi normal düzeydedir. Anlar ki denizci soğuk havadan değil donduğunu sandığı için ölmüştür.
Bugün ülkede durum bundan farklı değildir. Her konuda toplumun sokulduğu psikolojik durumdan bir an önce kurtulması gerekiyor. Yoksa soğuk değil ama psikolojisi bizi öldürecek.
Kalın sağlıcakla…