“Harekete geç” sloganıyla yola çıkan Baro Başkan Adayı Başar Yaltı: İstanbul Barosu yönetiminde metal yorgunluğu var

40 bin 578 üyesi olan İstanbul Barosu’nun yeni Başkanı bu ay yapılacak seçimle belirlenecek


Doğan Satmış
NGazete


Baro başkanlığı için 9 aday yarışacak. Bu adaylar arasında mevcut Başkan Mehmet Durakoğlu’nun yanısıra, avukatlar Başar Yaltı, Hasan Kılıç, Talat Canbolat, Cem Kaya Karatün, Kaptan Yılmaz, Gökhan Ahi ve Çiğdem Koç var.

“Harekete geç” sloganıyla yola çıkan başkan adaylarından Başar Yaltı, aynı zamanda bir hukuk doktoru ve Türkiye Barolar Birliği’nde 2013-2017 yılları arasında Başkan yardımcılığı yaptı. Basın Konseyi’nde de Yüksek Kurul üyesi olan Başar Yaltı ile, yaklaşan baro seçimlerini konuştuk. İşte Başar Yaltı’ya sorular ve yanıtları:

İstanbul Barosu’nda seçimler yaklaşırken, neden bu kadar çok aday çıktı?

Türkiye’de bir yozlaşma yaşanıyor. Bu yozlaşmanın boyutlarından birisi de liyakatsizlik meselesidir. Çünkü Türkiye’de, en tepeden başlayarak bütün kurumlarda ve devlet yönetiminde, herkes kendini her yere layık görmeye başladı. Bu kurumların yıpranması anlamına da geliyor.

İstanbul Barosu’nda bu kadar çok aday çıkmasının başka boyutları da olabilir. İstanbul Barosu çok önemli bir yer. Buranın yönetiminde söz sahibi olarak bundan avantaj sağlamak isteyenler olabildiği gibi, Türkiye’nin hukuk sisteminin içinde bulunduğu sıkıntılar bakımından da oraya müdahale etme arzusunu taşıyanlar da olabilir.

Ama İstanbul Barosu, 140 yıllık geçmişiyle, tarihsel birikimi, konumu, hukuk çevrelerindeki ağırlığı ile ayrı bir önem taşıyor. Burada böyle hevesli bir topluluğun olması normaldir.

Yani bu adaylar çalışmak arzusuyla mı öne çıktılar?

Yani ben çok da çalışmak için çıktıklarını zannetmiyorum. Kendilerine kişisel amaç sağlamanın yanında, belli ideolojilerin oralara taşınması amacı da olabilir. Çünkü bakıyorsunuz, seçime 15 gün kalmış, yeni aday çıkabiliyor. Oysa İstanbul Barosu yönetimine aday olabilmek için ciddi bir çalışma yapmak gerekir. Ciddi bir kadro gerekiyor. Bir bütüncül çalışmanın olmadığı yerde başarılı olmanız zor olur. Veya tek başınıza kalırsınız.

Mevcut yönetim de, biraz da metal yorgunluğu yaşıyor, çünkü 2002’den beri bu anlayış  İstanbul Barosu’nu yönetiyor. Ama son iki senedir, ne kadar  sessiz bir kabulleniş içinde olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla, bu durum, “Eğer fark yaratmayacaksa, niye aday olunur ki?” sorusunu beraberinde getiriyor.

Sizin adaylığınız bir hazırlığa mı dayanıyor?

Evet... Son 1.5 yıldır, bunu öngörerek çalışma yürütüyoruz. Çalışmalarımız hem Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi durumu, hem hukuksal durumu, yargının durumunu değerlendirmek olarak geçiyor. Ama aynı zamanda avukatın avukatlık mesleki sorunları ile ilgili de neler yapılması gerektiğini araştırıp çalışıyoruz. Ve bunlar için proje ve çözümler ürettik. Ve şu noktaya geldik. Türkiye’nin hukukun üstünlüğü sorunu çözülmeden avukatın meslek sorunu da çözülemez. Çözmeye kalkarsanız da bu geçici ve palyatif bir çözüm olur.

Peki yakın gelecekte Türkiye’nin Hukuk Devleti olma sorununun çözülmesi ihtimali var mı?

Kısa sürede çözüm ihtimali yok. Bu son tahlilde siyasi bir çözümdür. Ama şuna inanıyoruz. İstanbul Barosu, 140 yıllık geçmişiyle ve birikime sahip. Baronun potansiyeli kullanarak Türkiye’de muhalefetin şekli bile değiştirilebilir. Ben buna inanıyorum. Çünkü mevcut yönetim çok pasif kalıyor.

Türkiye’de siyaset hep hukuk üzerinden şekillendiriliyor. Onun için de yargı siyasallaştı. Yargıyı siyasallaştıran neden, siyasetçilerin hukuku araç olarak kullanmaları, yargı siyasallaşırken belki de siyaset de yargısallaştı.  Tersi de mümkün. Siyaset ona bağlı olarak yargı gibi çalışıyor. İşte bütün bunların dikkate alınarak düzeltilmesi gerekiyor.

Peki nasıl düzeltilir?

Son tahlilde, bu bir siyasi vizyonla, veya siyasi tercihle,tepedeki siyaset yapma anlayışının hukuka bağlılığının artmasıyla olur.

Hukuk devletinin ana kriterlerinden en az üç tanesi, bugün tepedekiler tarafından uygulamıyor.

Birincisi “kanun devleti olmak” hukuk devleti için olmazsa olmazdır. Hukuk devletinde kanunların varlığı ve kanunlara uyulması şarttır. Bugün Türkiye’de bu yapılmıyor. Mesela, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile anayasaya aykırı olarak, kanunlar yok sayılarak emirler uygulanıyor.

Türkiye’de uygulanmayan ikinci konu, “Kuvvetler Ayrılığı”dır. Yasama, yürütme, yargı bunlar birbirinden tamamen ayrılmış değildir. Hele hele yargı bu üçü içinde çok önemlidir. Çünkü çağdaş anlayışta yasama ve yürütmenin özdeştiği veya birbirine yakın olduğu kabul edilebiliyor. Ama yargının tam bağımsız olması lazımdır. İster başkanlık sisteminde olsun, ister parlamenter sistemde. Ama Türkiye’de bu da yok.

Bir üçüncü konu da kuvvetler ayrılığına bağlı olarak yargının tarafsız ve bağımsız olmasıdır. Türkiye’de maalesef bu da yok. Çünkü yargı bağımsız değil, tarafsız değil ve etkili de değil.

Bu üç konu çözülmeden, böyle zihinsel devrim ve anlayış siyaseten yerleşmeden, Türkiye’de avukatın sorunlarını çözemezsiniz. Çözseniz de geçicidir, palyatiftir.

Bu nedenlerle, İstanbul Barosu yönetimine seçilecek olanların bu büyük resmi görmeleri gerekir.

Artı orman ağaç örneğinde olduğu gibi, baro ile avukat arasında bir yabancılaşma yaşanıyor. İstanbul Barosu’nun 41 bine yakın üyeye rağmen siyasal iktidar tarafından bu kadar güçsüz görülmesinin nedeni de, budur. Baro bu 41 bine yakın üyenin gücünü arkasında hissetmiyor. Hissetmediği için de, bunu da siyasal iktidar bildiği için de söyledikleri dikkate alınmıyor. Bu yüzden de sadece bildiri yayınlamakla yetiniliyor. Türkiye’de hukuk altüst olurken, yargı yerlerde sürünürken, vatandaşın hukuk güvenliği kalmamışken, barolar sesini çıkartamıyor, veya çok cılız kalıyor.

Eğer biz İstanbul Barosu yönetimine gelirsek, bütün bunların farkında olarak önce avukatla baro arasındaki yabancılaşmayı kaldıracağız ve avukatları kararlarımıza ortak edeceğiz. Bugün İstanbul Barosu bunu sağlayamıyor. Delegesini bile toplayamayacak durumda. Oysa bugünkü teknoloji imkanlarından da yararlanarak, avukatların baroyu yönetmesinin sağlanması mümkündür. Temel iddialarımızdan biri de budur. Baroları da siyasetin yönlendirecek noktaya taşımamız gerekiyor. İşin özü bu.

Türkiye’de kaç avukat tutuklu şu anda?

Kimi bilgilere göre 550 kadar avukat tutuklu deniyor ama bu konuda da ciddi bir kayıt olduğunu sanmıyorum. Kayıtdışılık Türkiye’nin kaderidir.

AİHM’de Türkiye’yi temsil edecek yeni yargıç için yapılan öneriler üçüncü kez reddedilmiş, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu durum Türkiye’de oraya uygun hukukçu bulunmadığı anlamına gelmez. Bu siyasal iktidarın, kendi tercihlerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dayatması anlamına gelir. Onun da çok farkındalar. Yoksa Türkiye’nin uluslararası çapta çok değerli hukukçularını oldunu biliyoruz. Örneğin Rona Aybar hoca, daha önce yine bir uluslararası mahkemede hakimlik yaptı.

Türkiye’de son dönemde bazı mahkeme kararları çok tartışıldı. Ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’deki yargının sefaletini gösteren örnekler her gün yaşanıyor. Bir kaç örnek vermek gerekirse, öncelikle Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi avukatları verebiliriz. Bilindiği gibi bu avukatlar bir yıl tutuklu kaldılar, bu kadar uzun sürede iddianameleri ortaya konulamadı. Öteki pek çok siyasi davada da aynı gecikmeyle karşılaşıyoruz. Çağdaş Hukukçular Derneği üyelerinin ilk duruşmada tahliye edilmeleri, bir yerlerden gelen telkinle mahkemenin Cumartesi günü olmasına rağmen ertesi gün toplanıp yeniden tutuklanma kararı vermesi, buna rağmen o mahkemenin hakimlerinin tamamının dağıtılması, birinci örnek. Bu yargının bağımız olmadığının en çarpıcı kanıtı.

Bir başka örnek, Enis Berberoğlu davası. Berberoğlu’nun yargılanması en başından beri hukuksuzlukla sürüyor. Milletvekili seçildiği zaman, anayasanın açık hükmü gereği, yargılanmasının durdurulması ve tahliye edilmesi gerekirdi. Tutukluluk hali devam edildi ve sonunda da mahkumiyet kararı verildi. Çelişkiye bakın ki, bu son kararla mahkum ettiğiniz adamı milletvekili diye bırakıyorsunuz, buna karşılık daha mahkumiyet kesinleşmeden cezaevinde tutuyorsunuz. Bu açık bir çelişkidir ve yeteri kadar hukuksuzluğu gösteriyor. Artı infaz sisteminin de sanığın çok aleyhine kullanıldığını biliyoruz.

Bir başka örnek de Can Dündar’la ilgili silahlı saldırı davasında alınan karardır. Bu olayda, Can Dündar’ı vurma girişimi vardı. Birisi ona karşı korkutma, tehdit veya öldürme girişimi denedi. Mahkemenin verdiği kararda bu konuyu hiç dikkate almaması, yargı adına, yargıç adına yenilir yutulur bir hata değil.

Bütün bunlar korku toplumunun gölgesinin yargı üzerinde fazlasıyla yoğunlaştığını gösteren bir olgu olarak ortaya çıkıyor. Diyelim ki, bir kişi idama götürülürken, başka birisi ona bir tokat atsa, bu suçtur. “Nasıl olsa ölecek” diyemezsiniz. Birisinin casus olarak yargılanması, kendisine yapılan diğer suçların bahanesi veya görmezden gelinmesinin gerekçesi asla olamaz.
 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Güncel Haberleri