İnsanoğlunun her çağda kâinat laboratuarına yatırıp incelediği varlık yine kendisi, yani insandır. Bütün çağların bu deneyde uzlaştığı yegâne tespit ise “insan karışık bir varlıktır.” ibaresinden ibarettir.
ONUR AKBAŞ
Kelimeler vardır, bir çırpıda ağızdan çıkıveren. Sakız gibi günlük hayatta tüketip tükürüverdiğimiz. Şerh kaldırmaz, tâ’na aldırmaz kelimeler. Üzerine özdeyişler, atasözleri, deyimler, şiirler, denemeler, hikâyeler, romanlar, şarkılar, makaleler, efsunkâr efsaneler daha neler neler bina ettiğimiz. Ama o kelimeler ki var ile yok arasında, siyah ile beyaz arasında, delilik ile dâhilik arasında, en çok da dünya ile ahiret arasında ne manalar saklarlar. Uğurlarında ömürler verilir.
İnsanoğlunun her çağda kâinat laboratuarına yatırıp incelediği varlık yine kendisi, yani insandır. Bütün çağların bu deneyde uzlaştığı yegâne tespit ise “insan karışık bir varlıktır.” ibaresinden ibarettir. Kimi insanlar vardır. Çehrelerine baktığınızda sadece mağlubiyet görürsünüz, ağzından çıkanlar mağduriyet nağmesi iken, gülüşü dahi adeta ah u efganın diğer adıdır. Sizin o insanla alakalı hissedeceğiniz tek şey acıma ve ibret karışımı bir duygudur ki onun adını da merhamet koymuşlar. İşte bu aynı insanın içinde sakladığı bazı hassasiyetler vardır ki onun için tende canın bam telidir. Bunlardan biriyle oynamaya kalktığınızda o iki büklüm olmuş miskin bedende adı konulmamış bir şahlanış, o seste hiç duyulmadık davudi bir makam ve o yüzde güneşi ürkütecek bir bakış müşahede edersiniz. İşte aynı karışıklığı kelimeler için de söylemek mümkündür. Onlardan birini tahsil ettik derken ömrün son vartasında o ana kadar yanlış tahsil ettiğimizi anladığımız karşısında Yunusça bir edeple durulası kelimeler. Manası üzerine dönülüp dönülüp zihinler, kalpler, ruhlar, sırlar yorulası kelimeler. İşte “eskimez” bir tabirle sükût yahut susmak da bunlardan biridir.
Gün olur, akılların akıllı telefonlara emanet edilmediği, klavye seslerinin ya zengin evlerinde yahut devlet dairelerinde duyulduğu bir zamanda “söyleyeceklerim var” diye atıldığınız meydanda bir nasır suretinde yaparsınız söylemenin mührünü sağ elinizin orta parmağına. İlim adına gani gani helal olan bir hırsla sıkarken kalemi, çizgili kâğıtlar üzerine söylersiniz çığlıkları. Feryat olursunuz, Konya’dan Biga’ya, Ankara’dan Bursa’ya, Çankırı’ya… Ferhat olursunuz dost meclisinden tüneller açıp dost bildiklerinize varmaya…
Naz makamında niyaz, niyaz, makamında nazlara selam çakarken, bağrınıza doğru esen sert bir rüzgârla hecelersiniz “ihanet”i. Artık hakikatle mecaz, hakla batıl, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin ihlâs ile riya yüzlerine birer maske takıp gelir. Gelir de o anda, hatırlarsınız köşede sessizce bir yenikliği çağrıştıran lakin yegâne isyanı bağrında büyütüp kâinata bile kendini dinlettirmeye muktedir sükûtu. Şairler yetiştiren, dengeler değiştiren, sanatı soluksuz kaldığı her zeminde kucağından tutup layık olduğu yere çıkaran sükûtu. Kardeş boğazını sıkmanın feraset diye marifet telakki edildiği İbn ü Sebe sofralarında sapkınlar terbiye eden sükûtu…
Bir vakit durağında gölgelenip yeni bir gerilime hazırlandığınız bir zeminde dönüp bugün yine kapısını çalıyorsanız bazı kelimelerin ve o kelimelerde saklı hallerin, manası üzerine dönülüp dönülüp zihinler, kalpler, ruhlar, sırlar yorulası kelimelerden bir kelimenin yeniden rahle-yi tedrisatındasınız demektir. O vakit size düşen sadece susmak ve sükûtu dinlemektir. Zira sükût bir tükeniş bir kabulleniş değil bir ileri atılma adına gerilme, bir anlatma ve talim ettirme adına ders tekrarıdır.