İnsanlar geçimlerini sağlamak için yaptıkları işler yanı sıra günlerini istedikleri doğrultuda değerlendirmek için bazı etkinlikler geliştirir. Biz bunlara hobi deriz. Günlük koşuşturmalardan sonra vakitleri kalırsa, bu keyif aldıkları şeyleri yapar, günlerini daha keyifli kılarlar.
Edindikleri bu hobiler onlara emekliliklerinde cankurtaran gibi olur. Örneğin eşimin çalışırken edindiği en önemli hobi bulduğu her ekrana bakmaktır. Televizyon ekranı, yollardaki ışıklı tabelalar, cep telefonu, elektronik defter onun en büyük oyalanma kaynağı olmuştur her zaman. O kadar ki bir yere yürüyerek giderken bütün ışıklı tabelaları okur; aynı yoldan dönüyor isek ters döner geri, geri yürümeye başlar. Ne yaptığını sorunca tabelanın öbür yüzüne baktığını öğrenirim. Çalışma yaşamı yavaşlayınca doğrusu bu hobisi çok işe yaradı, şimdilerde tüm ekranlar, telefon, televizyon, elekronik defter v.b. ne bulursa onlarla vakit geçiriyor. Öyle oyunlar oynuyor ki dünya birincilikleri falan kazandı.
Rahmetli annem ve babam emekli olduklarında birlikte paylaştıkları birçok şey yanı sıra en büyük hobileri arasında karşılıklı tavla ve bezik oynamak vardı.
Entelektüel hobileri olan bir insan değilim. Hobi olarak yazı yazıyorum, yaşıma uygun çeşitli sporlar yapıyorum. Örneğin yürüyüş yapıyorum, fazlasıyla yüzüyorum jimnastik yapmayı ihmal etmiyorum falan; ama en büyük hobim, taa gençliğimden beri vazgeçemediğim uğraşım DÜŞMEK. Böyle hobi olur mu demeyin, ben özgür irademle seçmedim kendisini.
Düşmek sanırım bizim aile özelliğimiz. Annem de sık düşerdi. Kızıl saçlı, mavi gözlü, boylu poslu bir kadın olduğundan kendisini genellikle yabancı zannederlerdi. Bir gün Ankara’da Sakarya Caddesinde birlikte dolaşırken annemin bileği burkuldu ve bir manav dükkânının önünde diz çöküverdi. Manavdan bir adam, “Madam, lütfen kalkmanıza yardım siz ister?” gibi kırık bir Türkçeyle yardım etmek istediğini belirtten sonra limon satmak istemiş ki bir limonu anneme uzatıp, “Limon, ımm, güzel, güzel” deyince annem hışımla ayağa kalktı, “Ne limonu, ne madamı!” Ben de senin kadar Türküm” diye adamcağızı bir güzel azarlamıştı. Adam epey şaşırmıştı ama ne yapsın? Hem ticaret hem iyilik yapmak istemişti ama yanlış tahtaya basmıştı işte.
Gelelim benim hobime. Yaklaşık on, on beş günde bir düşerim. Artık herkesten duyduğum yorum, geçmiş olsun dilekleri yerine “Yine mi!” oluyor.
Pakistan Büyükelçiliğinde çalışıyorum. Çok sevdiğim okul arkadaşlarımla bir rastlantı orada buluşmuşuz. Yine merdivenden düştüm. Can arkadaşım Serap (o zaman Emre) koşarak yanıma geldi, yine mi düştüm diye bana kızdı. Yanıtım onu daha da sinirlendirdi. “Serap’cığım iyi ki düşme huyum var. Ya bir de yanma huyum olup her dakika kendimi yaksaydım” deyince, “Pollyanna’cılık huyun vardır anladım ama artık salaklık boyutuna çektin bu huyunu” demişti. Pek de haklıydı.
Şimdilerde daha çok düşer oldum. Suçlusu şeytan. İçime giriverip beni yanlış yönlendiriyor. İlk başlarda bu durumumun nedeninin düşme virüsü olduğundan kuşkulandım ve bana bulaşmıştı sandım ama sonra asıl suçlunun şeytan olduğuna kanaat getirdim.
Ayağımda oldukça yüksek topuklu pabuçlar, bir elimde kahvem diğer elimde bir tabak içinde ufak tefek atıştırmalıklar evimizin merdivenlerinden iniyorum. Doğal olarak tırabzana tutunacak elim kalmadığı için birden düştüm, kulağımın yanı yırtılmış, merdiven dâhil aşağı kat ve çevredeki duvarlar falan kan revan. Şah damarım patlamış, iki üniteden fazla kan kaybetmişim. Zor şer hastaneye yetiştirdiler; bir buçuk saat ameliyat oldum. Suçlu kim, kuşkusuz şeytan! Beni kandırmasaydı elim boş, tutunarak merdivenden inerdim.
Yazlıkta gol kurtarmaya çalışan kaleciler gibi yanlamasına uçtum; bir kalktım ki ayak bileğime bir devekuşu yumurtası konmuş. Hastanelik oldum; neyse ki kırık değilmiş de yumuşak doku ezilmesiymiş. Hâlâ bileklikle dolaşıyorum o da ayrı konu. Ayağımda bandaj Marmaris’e indim, arabamı park ettim. Karşıdan karşıya geçeceğim ama yaya geçidi biraz uzakta. Aradaki refüj duvarından atlayıver dedi şeytan, ben de ona uydum. Duvarı atladım ama duvar tek değil ki, karşısındaki duvarı da atlamam gerekiyor. Tam atlayacağım yine ayağım takıldı ve yine düştüm ama bu sefer hafifçe. Yani virüs ya da şeytan, beni artık rahat bıraksalar çok sevineceğim!
Tüm düşme anılarımı yazsam uzunca bir kitap olur. Siz, siz olun şeytanın sizi kandırmasına izin vermeyin.
“Düşene gülünmez” derler ama öyle birinin düşmesini istiyorum ki bırakın gülmeyi, kırk gün kırk gece bayram yaparım. Benim gibi düşünen pek çok insan olduğunu da biliyorum. Hatta bunun için adak adayanlar bile var. Ama lütfen adağınız yerine gelince zavallı hayvanları keseceğinize bir hayır kurumuna, örneğin otistik çocuklar yararına bağışta bulunun. Unutmayın ki hayvanlar insanlardan çok daha masum, ve otistik çocuklar her zaman desteğinizi bekliyor.