19. asır dîvân şâirlerinden Moralızâde Leylâ Hanım, zifaf odasında telli duvaklı bir gelin olarak eşini beklerken, odaya giren tâze dâmât, belki de münevver bir kadınla evlenmenin tedirginliğiyle kedi bacağını ilk geceden ayırma hevesine kapılmış. “Hanım, gel şunu değiştir!” diyerek nohut yakısı bulunan gömlek kolunu göstermek için kolunu uzatmış. Leylâ Hanım, dışarı fırlayarak, artık içeriye gitmeyeceğini söylemiş. Âile büyükleri, ne kadar dil dökseler de zifaf odasına dönmemiş. “Ömrüm oldukça nohutlu yahni yemekten iğrendiren bu herifin yüzünü görmeye tahammül edemem.” demiş.
........
Huzur Sokağı’nın yazarı Şûle Yüksel Şenler, vefat etti. Mekânı cennet olsun!
Arkasından çok şey söylendi, yazıldı ama İslâmî kesimin konuşmak istemediği öyle bir konu var ki sanki yasaklı gibi, bu konuya giren yok.
Şûle Yüksel’i yakından tanıyan Sâdık Albayrak’ın ahaber’de söyledikleri dikkatimi çekti. Şûle Yüksel’in yerli ve millî kadın hakları savunucusu olarak herkesin gönlünde taht kurduğunu; yepyeni bir uyanışın temsilcisi olduğunu söyledi.
Evet, Şûle Yüksel, başörtü meselesinde bu övgüyü hakediyor. Benim de gönlüme taht kurmuştu. Fakat hayat hikâyesini öğrendiğimde o taht öyle bir sallandı ki kadın hakları konusunda yepyeni bir uyanışın temsilcisi olmadığını; hattâ tam tersine, “dâvâ uğruna” kadın haklarına zarar verdiğini düşünüyorum.
Şûle Yüksel Şenler, şehirli ve laik çevrede büyüyen bir bir hanım. Ağabeyi vasıtasıyla dindarlarla tanışıyor. Öteki mahalleye yaklaşıyor ve başını örtüyor. Gerçek bir aktivist olarak konuşuyor, yazıyor, hapse giriyor. Huzur Sokağı romanıyla, Birleşen Yollar filmiyle kitleleri peşinden sürüklüyor.
Romandaki kahramanlara benzetecek olursak Şûle Yüksel, Feyzâ’dır. Roman yazarı Feyzâ, romandaki Bilâl’i temsil eden tiyatro yzarı ilâhiyatçı Abdullah Kars ile Kazablanka Gazinosu’nda İslâmî usûllere göre evleniyor. Örnek düğün, gazetelere manşet oluyor.
Bundan sonrası korkunç bir hayâl kırıklığı. Mahalleye, Huzur Sokağı’na hoşgeldin Feyza!
Kendi mahallesine, iktidara, laiklere direnen Feyzâ, Bilâl’den gördüğü şiddete, beş yıl sabrediyor. Niye? Dâvâ zarar görmesin diye. Dindar hanımlara kötü örnek olmamak için. Sohbetlerinde de sabrı tavsiye ediyor. Nihâyet beşinci yılda sabrı bitiyor ve boşanıyor.
Şunu çok merak ediyorum: Şûle Yüksel’i baş tacı eden dindar erkekler, şiddet görmesine niye sessiz kaldılar. Şule Yüksel, boşanmış kadın olmaktan niye bu kadar rahatsız oldu? Abdullah Kars, niçin dışlanmadı? Niçin hâlâ efsâne tiyatrocu diye övülüp ekrana çıkarılıyor? Yoksa Şûle Hanım, dayağı haketmiş miydi?
Şûle Yüksel, ikinci evliliğinde de aynı kaderi yaşıyor. Üstelik eşi, Nakşî İsmâil Ağa cemaatine mensuptur. Millî gazete başyazarı Sâdık Albayrak, gazetede yazması için cemaatin şeyhinden izin istediğinde belli konularda yazmasına izin çıkıyor.
Gazetede yazmasına bile karışanlar, dayağa sabretmesini istiyorlar. Mahalle değiştiren Feyzâ, birey olmaktan bir hayli uzaklaşmıştır artık.
On bir yılın sonunda sabrı bitiyor ve ikinci eşinden de boşanıyor. “Sen misin boşanan?”, cemaatle bağı kopuyor.
Şûle Yüksel, bütün bunlardan sonra hâfıza kaybı yaşıyor. Tedavi görüyor. Acaba unutmak istediği hayat, başörtüsü yüzünden çektikleri mi yoksa dindar erkeklerden gördüğü zulüm müydü? Bir birey olamamanın sancısıyla mı aklını âzâd etti? Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, cezâsını affetttiğinde reddedip, kalan cezasını da hapiste geçirecek kadar güçlü olan bir kadın, niçin şiddet gösteren kocaya direnmedi? Acaba birisi kahramanlaştırdığı, diğeri gözden düşürdüğü için mi?
Keşki Sâdık Albayrak, bu konuya da girseydi. Bir özeleştiri yapsaydı. “Zavallı kadın, bizim elimizde perişan oldu.” deseydi. “Kadına el kaldıran erkek, kim olursa olsun beş para etmez.” deseydi.
Yok olmaz! Ne o der ne diğerleri! Niye? Aman karşı taraf açığımızı yakalamasın! Aman dâvâ zarar görmesin!
Sabah yazarı Sâlih Tuna, Şule Yüksel’in arkasından şöyle yazdı:
“Şûle Yüksel Şenler, Kerime Nadir'lerden daha yetenekli bir roman yazarıydı. Ama onun romanla eğleşecek, üzerinde sabırla çalışacak, yeni eserler verecek vakti yoktu.”
Mâzerete bakar mısınız? Vakti yokmuş. Kadıncağız, Huzur Sokağı’nda, yazan, çizen, konuşan bir kadın olmanın bedelini çok ağır öderken nasıl roman yazsın?
Kaldı ki “çok yetenekli bir roman yazarıydı” fikrine de katılmıyorum. Huzur Sokağı’nın edebî yönü, kuvvetli değildi.
Mesaj kaygısı vardı. Mesaj yerine ulaşınca çok sattı.
Şule Yüksel, benim için büyük bir hayâl kırıklığı. Ne yapacağına, dâima erkekler karar vermiş.
Huzur Sokağı’nın yazarı, kocası ilk defa el kaldırdığında Leylâ Hanım gibi yapsaydı başörtülü kadınların ufkunu daha çok açardı.
Meselâ belki, ihânete uğradığı için eşinden ayrılan başörtülü yazar “Aman bizim mahalle ne der?” tedirginliğiyle hâlâ eski eşinin soyadını taşımazdı.
Meselâ belki, Dücâne Cündioğlu, “Okumuş kadınlar, nineleri gibi reçel yapmayı bilmiyorlar.” diye zırvalamaya cesâret edemezdi.
Meselâ, meselâ...
Not: Kadına şiddet, her iki mahallenin de sorunu. Her iki mahallede de şiddet uygulayan okumuş erkekler; şiddete sabreden, okumuş kadınlar var. İdeolojileri zarar görmesin diye susuyorlar. Laik kesimden bu yazıma ellerini ovuşturanlar varsa lütfen şöyle dönüp mahallelerindeki üst düzey dayakçı erkeklere ve devrim adına, Atatürkçülük uğruna bunu gizleyen yazarlara baksınlar.