Emre AYGEN
Çocukluğumda siyasetin nasıl oluşturulduğunu, Devletin çıkarlarına nasıl yöntem bulunurdu gözlerimle görmüştüm. İktidar ya da o dönemin Başbakanı, rahmetli Babam ile siyasetin içerisindeki kişilerdi. Yıl 1974. Kıbrıs Barış Harekatı henüz gerçekleşmemişti. Babam dört aydan beri eve gelmiyordu. Devletin çıkarları çerçevesinde yoğun gelişmeler anında izleniyor, alternatifler üretilmeye çalışılıyordu. 14 yaşındaydım. İki günde bir Başbakanlıktan bir araç eve gelmekte, Babamın kirli iç çamaşırları, gömlekler, takım elbiseler, gömlekler, çoraplar bir torbaya tıkılmış Anneme teslim ediliyor. Annem de yenilerini Başbakanlık görevlisine teslim ediyordu.
Bir seferinde Başbakanlıktan sadece şoför gelmişti, yetkili başka kimse yoktu. Yaz ayları, ben de şort giymiştim. Annem başka bir görevlinin gelmediğini öğrenince bana döndü “Temiz elbiseleri sen götür!” dedi. Başbakanlığa gidecektim. Nasıl olsa orada bir görevli vardır diye düşünerek kabul ettim ve Başbakanlığın arabasına bildim. O sırada tam öğle vakti, şoför Bey beni Başbakanlığın önünde bıraktı ve gitti. Kapıdan elimde temiz elbiselerde merdivenleri çıkarken bir görevli arıyorum, kimse yok ortalıktı. Üst kata çıktım. Başbakanlık kapısı yarı açıktı. Baktım, Başbakan, Bakanlar, Dışişleri Bakanlığında ailece tanıdığım kişiler ve Babam vardı. Kapıyı tık tıkladım. Babam beni gördü. “Nasıl girersin buraya!” diye kükredi. Yani anlayacağınız iktidar oradaydı ama Devlet yemeğe gitmişti. İşte orada Devletin ne olduğunu orada öğrendim. Halkın takdiri iye kim iktidara gelirse gelsin o arda görevlisi yerinde olmasa bile bir ‘Devlet’ vardır ve o ulu devletimizin çıkarları ya da ilkeleri doğrultusunda görev yapan kişiler olduğunu anladım.
Sonra Gazeteci oldum. Yurt dışında önemli kentlerde Muhabirlik yaptım. Bu meslekte birçok ülkenin meslektaşlarımın nasıl çalıştıklarını gördüm. Devlet açısından hiçbir zaman tartışılmasa da Gazetecilik mesleğinde daha çok çaba göstermenin gerçeğini orada anladım. İstanbul’da çalıştığım yıllarda bir gün Gazetenin içinde ıvır zıvır işlerle uğraşırken Haber Müdürü bir seferinde beni makamına çağırdı. “Oğlum Emre. Hasta mısın? Gazetede ne işin var!” diye sordu. “Yo bir şeyim yok” dedim. “Oğlum Gazetede haber yapılmaz. Hadi Sultan Ahmet’e git, Eminönü’ne gitti. Simitçi ile konuş. Karaköy’de dolan. Beyoğlu’na git. Bir de haber yazmadan Gazeteye gelme. Biz burada ne yapıyoruz zannediyorsun. Siz Haber getireceksiniz, Ajanslara bakacağız, yazdıklarınızın edebi yanlışlıklarınızı düzelteceğiz. İstiyorsan sen geç bu masaya. Ben Muhabirliğe dönmekten bayılırım. Anladın mı?” deyince ilk kez utandığımı hatırlıyorum. Ama şimdi hepimiz kompüterin başında, kahve kabını alıp ahkam kesiyoruz. Metin Toker de öyle derdi. “Yazarlık en fazla yarım saatini alır. Ama Muhabirlik hayatın en tatlı mesleğidir.”.
Şimdi Türkiye’deki iktidar ile destekçi partiler ve muhalefetteki partiler o evde ahkam kesen Gazeteciler gibi endam etmekteler. Her siyasi parti, ‘Yeni Dünyayı’ kabul etmiş, “Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Eş Başkanlığının” benimsemiş, ah birde ben iktidara gelsem neler yaparım neler diye bakanlara artık yeter kardeşim demenin zamanı çoktan geldi. Bu arada şunu da söylemeden duramam. Esasında ekonomisi güçlü ülkeler de bu yeni senaryonun palavra olduğunu onlar da çok iyi biliyorlar. Bilmiyormuş gibi davranıp, ben bu işken neyi götürürüm derdinde. Pazarların yeniden kapışılması ya da yenilerinin yaratılması için silahların gösterildiği sahnelerde her kez gardını alıp mendi kendine bir çıkar kavgasının birer parçası olarak yerlerini almışlar. İşte Türkiye’de yeni bir siyasi partinin TBMM’de dünya basınına ve Türk meslektaşlarıma açıklanacak yeni bir siyasi parti ile onlarca yılların bıraktığı sıkıntılara dur denilerek yeni bir ufuk açılacak. Ve o siyasi bakış var olan birçok siyasi partilerin de bir arada yeniden oluşacağı alternatif iktidara Merhaba denilecek.
Bakalım neler olacak, neler!
E.A