İnsanlar kendi beyinlerinde bir şey üretemedikleri , bağımsız düşünemeyip yargıya varamadıkları zaman konuşmalarında genelde “falanca der ki” diye başlıklar açarlar.
Bunun çok çarpıcı örneklerini yıllarca yaşadık, yaşıyoruz, bu gidişle de yaşamaya devam edeceğiz.
Bir dönem Lenin der ki, Mao der ki, Marks der ki diye başlayan uzun söyleevler dinledik, yazılar okuduk.
Hazıra dağ dayanmaz derler. Kendin yeni bir düşünce ve içinde yaşadığın toplumun özelliklerine uygun bir sistem öneremiyorsan başkalarının dedikleri çabuk biter.
Türkiye’de en çok “der ki” ler Atatürk’e ait olanlardır.
Ancak burada işin en ilginç yanı, “önemli” bir takım kişilerin “Atatürk der ki” diye başlayan konuşmalardan sonra yıllarca onun tam tersini yapmaları ve yaptırmalarıdır.
Ülkemizin karanlık günlerinin yaratıcısı, 12 Eylül cuntasının şefi televizyondan “ Ataürk der ki, hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diye yumruk sallarken, Ankara’nın asker kökenli Belediye Başkanı Süleyman Önder, kendisinden önceki seçilmiş başkan Ali Dinçer’in bastırmış olduğu bir milyon çocuk kitabından dağıtım bekleyen 180 bin adedini kamyonlara doldurup SEKA’ya göndermişti.
Yine aynı günlerde evlerden toplanan yüz binlerce kitap sıkı yönetim komutanlarının buyruklarıyla kışla meydanlarında yakılıyordu.
Bu arada da Kenan Evren Kemal Tahir’in romanından uyarlanan Yorgun Savaşçı filmini yaktırmıştı.
Üniformalı şef televizyondan Atatürk’ün laiklikle ilgili sözlerini tekrarlarken, öte yandan ülkemizin din ve mezhep mozaiği göz önüne alınmadan okullarda din dersleri zorunlu hale getirilmişti.
Bu zorunluluk bir zorbalık içermesine karşın aynı zorbalığın sürmesinde daha sonra ki seçilmişler de sakınca görmediler.
Atatürk’e göre egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve bu kimseye devredilemez ama birileri işler iyi gitmiyor, biz daha iyisini herkesten iyi yaparız mantığıyla Cumhuriyet’in tüm seçimle gelen kurumlarına kilit vuruverdiler.
Türkiye’deki bütün taşları yerinden oynatan ve ülkeyi en az 50m yıl geri götüren 27 Mayıs darbecileri, halk ve gençlik düşmanı 12 Martçılar ve 12 Eylülcüler ihanetlerini Atatürk adını kullanarak gerçekleştirdiler.
Bunu da mevzuat göre yaptılar.
Neydi bu mevzuat? Ordu iç hizmet kurallarında yazılı “ cumhuriyeti koruma ve kollama” maddesi.
Cumhuriyeti yıkarak, koruma ve kollama nasıl oluyor, 1960’dab beri kimse açıklayamadı..
Oysa mevzuat, kendisini önemli saydırmanın baskın geldiği bir ruh hastalığının kağıtlar üzerine yansımış biçimidir.
İş yapmayı, gelişmeyi, adaleti, insan ilişkilerini,başarıyı, toplumun huzur ve refahını, ille de hukukun yaşamasını engellemenin yolu mevzuattan geçer.
Mevzuat, korkakların, yeteneksizlerin, beceriksizlerin, eyyamcıların, asalakların, oturdukları koltuğun kendilerini önemli yaptığını sananların, toplumun kurallarını kendi beyinciklerine göre yorumlamaya çalışanların sığınağıdır.
Mustafa Kemal mevzuatı buruşturup attıktan sonra onun üzerine basa basa Atatürk olmuştur.
Yoksa mevzuata göre Osmanlı savaşta yenilmişti.
Sevr imzalanmış ve ülke parçalanmış, her parça da birinin elinde kalmıştı.
Büyük Türk devrimi mevzuata karşı gerçekleştirildi.
Atatürk öldü mevzuat hortladı.
Türkiye’nin saati 10 Kasım 1938’de durdu.
Öylesine durdu ki, cumhuriyet kuşakları Büyük Türk devrimini geliştirmek bir yana yaşatacak gücü bile oluşturamadılar.
Türkiye, Atatürkçü olduklarını şiddet ve hiddetle savunanların ihanetleriyle oradan oraya savruldu.
Hortlayan mevzuatın yarattığı hainlerin en büyük eseri AKP iktidarıdır.
Halkı bıktırdılar, bezdirdiler, kızdırdılar ve çıldırttılar.
Şimdi AKP kendi yarattığı mevzuatı güçlendirmeye çalışıyor.
Eğer AKP bunu başarırsa ilk kurbanı kendisi olur.