Ben biraz işgüzar bir tipimdir. Trafik kurallarını aksatan bir sürücü gördüğümde hemen gerekli mercilere şikâyet ederim. Yaya geçitlerinde geçiş hakkı bendeyken durmayan şoförleri korkutmak için hafifçe yola çıkar cep telefonumla plakalarının ve konumlarının fotoğrafını çeker gibi yaparım, hemen dururlar. Buna benzer pek çok anım vardır, işte bir iki tanesi.
Yıllar önce Ankara’nın işlek sokaklarından birinde oturan bir yakınımı ziyarete gidiyorum; kış günü, hava erkenden kararmış. Yolun ortasında haşmetli bir çukur, ne bir uyarı, ne bir ışıklandırma, ne bir levha. Hemen Belediyeye telefon ettim; adres bildirerek durumu anlattım. En geç yarım saate kadar ekiplerin geleceğini söylediler. İş edindim, gözüm yolda bekliyorum. Bir saat kadar oldu, gelen giden yok. Tekrar Belediyeyi aradım, Ankara’nın en baba gazetelerinden birinde muhabir olduğumu, birazdan foto muhabirimizin gelip çukurun resmini çekeceğini söyledim. Yalandan kim ölmüş. On beş dakika geçmemişti, yol yapım personeli gelip çukuru kapattılar ve bir fosforlu levha koydular. El mi yaman bey mi yaman.
Bu anımı yıllar önce yazmıştım, okumamış olanlar ya da unutan okurlarım olmuştur belki diye yeniden aktaracağım. Gökova Körfezinde artık herkesin bildiği Okluk Koyu ile Sedir Adasının ortasında Karacasöğüt koyunda bir yazlığımız var, şimdilerde koşullarımız uygun olduğu için yılın yaklaşık yarısını orada geçiriyoruz. Çok ender rastlanacak bir güzelliğe sahip olan koyumuzla ilgili olarak eskiden pek övgüyle söz etmek istemezdim, herkes gelip keşfetmesin diye, ama Sayın Cumhurbaşkanının Okluk’ta kendileri ve personeli için oluşturduğu mahalleden sonra zaten çok popüler oldu; ben de artık koyumuz ile ilgili duygularımı açıklamaktan çekinmiyorum. Bu mahalle aslında bizim deniz kenarı nüfusumuzu da pek arttırdı, adeta şenlendik. Kendi koylarında denize girme izni olmayan Cumhurbaşkanlığı Mahallesi sakinleri gelip bizim sahilimizde denize giriyor. İlginç komşularımıza rastlıyoruz.
Öyle bir yer düşünün ki kıyı şeridi yok; orman bitiyor, hemen dibinde deniz başlıyor. Kocamanların yanı sıra bebek çamlar da var. Bu güzelim denizi kirletmekten çekinmeyen duyarsız teknelerin sayısı azalınca yüzerken bırakın derinlerdeki taşları saymayı, balıkları bile görebiliyoruz. Bazı tekneleri duyarsızlıkla suçlamakta kendimi çok haklı buluyorum çünkü kıyıda bağlanabilecekleri bir sürü kaya parçası varken inatla gidip çamlara bağlanıyorlar, hem de bebek çam mı diye düşünmeden. Ben de iş edinmiştim eskiden; bazen yüzerek bazen de teknemizle böyle yapan tekneleri uyarırdım. Şimdilerde hem teknem yok hem de bu uyarılarımız bir işe yaradı ki ağaçlara pek bağlanmıyorlar. Yine böyle kocaman bir gulet körpecik bir çam ağacına bağlanınca yüzerek yanına gittim. Teknenin adı Koç Bir. Kaptana seslendim, gençten bir adam dışarı çıktı. Ağaca bağlamamasını, çevredeki kayaların bu işe çok uygun olduğunu söyledim. “Bir şey olmaz” dedi. “Senin iki yaşındaki kızını bir dev adam kolundan hızla çekip dursa iyi olur mu” diye sordum ve ağaçtan çözülmelerinin gerektiğini sabırla tekrar anlattım. O karşı savunmaya geçince dayanamayıp, “Oğlum sen lâftan anlamıyorsun; taş kafa mısın?” dedim, hızımı alamayıp “taş kafa koç bir, taş kafa koç bir” diye bir name de uydurdum ve yüzmeğe devam ettim. Arkamdan yüzen arkadaşlarıma beni şikâyet etmiş, onlar da benim haklı olduğumu söylemişler falan.
Aradan bir yıl geçti; aynı yazlıkta evi olan ve ortaokuldan başlayarak aynı sınıfta okuduğumuz çok sevdiğim bir arkadaşımı aldım, teknemizle yan koylardan birine gittik. Denize girdiğimizde bir guletin yine körpe bir ağaca bağlandığını gördüm; üşenmedim yanına yüzdüm, kaptana seslendim. Adam dışarı çıktı, “Lütfen ağaca bağlanmayın” dememe kalmadı kaptan isyan etti, “Hanımefendi yine mi siz! O koya gidiyorum siz, bu koya gidiyorum siz” deyince teknenin adını okudum: Koç Bir!
Aynı gün gittiğimiz koyun karşı ucunda bir başka tekne yine ağaca bağlanmış. Arkadaşımla birlikte o tarafa yüzdük, ben yine kaptana seslendim. Yüzü çok aşina gelen bir bey, beni tanır-tanımaz bir ifadeyle Bodrum’dan geldiklerini, miçolarının botla köye alışverişe gittiğini, döner dönmez ayrılacaklarını söylerken bir hanım, “Çiğdem!?” diye seslendi. Meğer benim senelerdir görmediğim ve eşi ile yalnızca bir kez karşılaşmış olduğum kuzinimmiş.
Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesinin kaldırımında yürüyorum. Birisi yandaki hemen hemen her ağaca bağlı çöp torbaları olduğu halde sigarasının izmaritini yere attı, hemen yerden aldım, adama küçük sesimle beyefendi diye seslendim, dönüp baktığında izmariti gösterip bunu düşürdünüz galiba diyerek çöp poşetine attım.
Çekingen bir hanım, eskilerin bakkallarını özleten marketlerin birinde tıpkı benim gibi alışverişini yapmış, önümde kasa sırası bekliyor. Kendisinin önünde beklemekte olan müşteri kasadaki hanımdan izin isteyerek çıkıp, unuttuğu bir şeyi getirene kadar sabırla bekliyoruz. Derken bir genç elinde tek paket, öne geçmek için izin alıyor ve hanım onaylıyor. Ben de olsam aynı şeyi yaparım. Benim arkamdaki bir bey yalnızca iki paketi olduğunu söyleyince sıramı almasına izin verdim. Derken arka sıralardan biri, haklı olarak böylesi ikramları yalnızca kendi adımıza değil, sıradaki herkes için yapmakta olduğumuzu söyledi ve bizleri uyardı. Ne kadar hak verdim ve utandım anlatamam. Bu nedenle bir gün benden bile daha yaşlı bir hanım önüme geçmek isteyince, en sona geçmeye ve yeniden sıraya girmeğe vaktim olmadığından ve ona kıyamadığım için sıramı verdim ve sepetime doldurduğum şeyleri oracıkta bırakıp alışverişten vaz geçtim. Bana ne, el arabamı da onlar boşaltsın, mademki yeterince kasa açmıyorlar!