Markalaşmak öyle etkili bir şey ki insanı her zaman şaşırtıyor.
Mesela bir kol saati düşünün. 10 liradan 100 milyon liraya kadar her çeşidi var.
100 milyon da değil, daha da fazla.
Mesela aktör Paul Newman’ın bir süre kullandığı Rolex Cosmograph Daytona saat tam 17.8 milyon dolara satılmış 1.5 yıl önce.
17.8 milyon dolar bugünkü kurla yaklaşık 105 milyon TL ediyor. Bu fiyata Türkiye’de şu anda neler alınır?
Peki bir “Kol saati” nasıl bu kadar para edebilir? Çok özel gerekçeleri var.
Öncelikle bu bir Rolex. Yani statü sembolü. Dürnyaca ünlü bir Fransız reklamcı bir zamanlar “50 yaşına gelip de Rolex’i olmayan kişi başarısızdır” demişti. Bence bu sözün bir önemi yok ama parası olan çoğu erkek buna değer veriyor. Sonra da gidip Rolex alıyor.
Sonra Rolex ömürlük bir saat. Sadece açma kapama klipsi bin defa denenmeden satışa sunulmuyor. Rolex’i alınca, torununa kalacağını biliyorsunuz.
Çok özel üretiyorlar. Altınlısı var, mücevherlisi var, ışıl ışıl.
Ve tabii bir aktöre aitti. O yüzden bu kadar para etti.
Ben size bugün tanesi 200 dolara satılan Japon kavunlarını anlatacağım. Hatta öyle ki, açık artırmada iki tanesinin 45 bin dolara satıldığı bile görülen Japon kavununu.
Öncelikle kavun üretimi Japonya’da çok ciddi bir iş. Ve öyle bizdeki gibi her gün yenilen, elden ele fırlatılarak kamyona yüklenen sıradan bir meyve değil. Özel partilerde sunulan özel bir yiyecek. Sadece lezzeti değil, dış görünüşüne de önem veriliyor.
“Crown” adı verilen özel bir tür ise Tokyo’da üretiliyor. Tokyo’da bir özel serada üretilen bu kavunlar toprağa hiç değdirilmiyor, özel bir yatakta büyütülüyor. Üretici Fumiyoshi Chujyo, “Toprağa değdirmemek önemli” diyor. Serada yılda
3 kez ürün alınabiliyor. Kavunlar 100 günde olgunlaşıyor. Ve hem kışın, hem yazın aynı lezzeti sunabiliyor.
Sera içindeki klima sistemi havayı stabil tutuyor.
Crowne kavunları dört kalitede etiketleniyor.
En ufak kusuru olanlar eleniyor. Yüzde 55’i orta kalitede, yüzde 25’i iyi kalitede etiketleniyor. En iyi kalitelisine ise ancak binde biri çıkıyor.
Üretimi sırasında da 50 gün sonra kavun çiçekleri açınca, zor iş başlıyor. Sadece iyi olabilecek çiçekler korunuyor, diğerleri kesilip, atılıyor. İki üç hafta sonra bıraktıkları çiçeklerin büyümesine bakılıyor, en güzel şekilliler seçiliyor.
Hiç kusuru olmayan tek bir tanesi seçiliyor. Yani bir fidanda tek kavun bırakılıyor. İşin sırrı bu. Kavunlar büyüdükçe, beyaz kağıda sarılıyorlar. Kavunun dışındeki desenlerin gelişmesine bakılıyor.
Çünkü Japon halkı, kavunun dış deseninin güzelliğine de dikkate alıyor. Hava değişiklikleri kavun kabuğunda çatlaklara yol açıyor. Bunu önlemek için her şey yapılıyor. Burada en zor ve konu gündeme geliyor.
Kavunlara su vermek. Bu da her kavun için ayrı ayrı ve elle yapılıyor. Fiyatın bu kadar pahalı olmasının nedeni de bu. Japon üretici, “Bu sonuçta bir kavun ama bir sanat eseri gibi” diyerek bunu anlatıyor.
Kavunlar büyümeye başladıktan sonra özel eldivenlerle parlatılıyorlar. Güneşten etkilenmemesi için de yine kağıtlara sarılıyor. Kısaca kavunları çocuklarına gösterdikleri özeni göstererek yetiştiriyorlar.
Ve sonuçta hepsi çok lezzetli, standart kavunlar ortaya çıkıyor. Pahalı kavunlar özel damgalarla, özel kutularda satılıyor. Bu bilgileri Bussines İnsider’daki güzel videodan aldım. Siz de izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=2YntFbFRnvs
Sonuçta kavunu, altını koklayarak değil de, üretimini bu kadar ciddiye alarak yaparsanız, ortaya bir servet çıkması garanti. Burnunuz koku alsa da garanti, kavun kötü kokmasa da garanti.
Markalaşma işte bu demek.
Markalaşmama da işte bu demek.
Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri bence bu markalaşmak ve markalaşamamak konusu.