Değerli okurlar, hiçbir başarı öyküsü kolay yazılmamıştır. Her birinin ardında mutlaka bir amaç veya bir merak uğruna peşinden gidilmiş sorular ve yıllarca bulmak için uğraşılan cevaplar vardır. “Sormak” ve “sorgulamak” insan hayatının önemli bir parçası ve hedefe giden yolda en büyük silahtır. Bu yazımda da sizlere sorgulayan, ilim ve bilim ışığında açılmış yolda yürüyen isimlerin gururlandıracak ve feyz almamız gereken yaşam öykülerini sunmaya devam ediyorum.
-
İlk Kadın Kimyager: Remziye Hisar (1902-1992)
Remziye Hisar, bir dönem Osmanlı topraklarının nadide bir parçası olan Üsküp’te 1902 yılında dünyaya gelmiştir. Dünyaya gözlerini çalkantılı bir zamanda açmıştı. Dünya büyük savaşa doğru gidiyor, ülke adeta parçalanıyordu. Mücadele vermenin zor olduğu ama mücadelenin de bir o kadar değerli olduğu yıllardı. 1909 yılında II. Meşrutiyetin ilanıyla ailesiyle birlikte kaosun göbeğine, İstanbul’a gelmişler. İstanbul’daki Nazperver Kalfa Mektep-i İptidai’de üç yıl süren eğitimini bir yıl içerisinde tamamlayarak daha o yıllarda parlak zekasının ve başarısının sinyallerini vermeye başlamıştı. Ardından İttihat Ve Terakki Mektebine başlamış ve oradan da İnas Rüştiyesi’ne geçmiştir. Bu geçiş sürecini şöyle açıklamıştır: “Çocukluğumda biraz hırslıydım. Bu okulda (İttihat Ve Terakki Mektebi) mektep müdürünün yeğenini benim yerime birinci yapmalarına kızıp Emirgan İnas Rüştüyesi’ne geçtim.” Buradan da çok sevdiği Türkçe öğretmeninin İstanbul Muallimatı’na geçtiğini öğrenip kaydını oraya aldırmış. Darülfünun hazırlığı yaptığı esnada sınıfını birincilikle bitirmiş ve arada alt sınıflara matematik ve geometri dersleri vermiştir. Yükseköğrenim için Darülfünun’un Kimya bölümüne devam etmiştir. Başarıyla süren eğitim hayatının ardından kimya bölümüne başlaması onun için dönüm noktalarından biri olmuştur. Böylesi başarılı bir öğrencinin kimya bölümünü tercih etmesini sebebi neydi? Bu sorunun cevabını kendisi şu sözlerle vermiştir: “Neden kimya şubesi derseniz, fen derslerindeki kanunlarda olsun, buluşlarda olsun hep yabancı isimler görmek beni kahrediyordu. Fen alanında bir tek Türk ismi görememenin ezikliğini, bu dalda başarılı olursam giderebilirim sanıyordum.” Bu arada çıkan taliplerini elini tersiyle itmiş ve kendisini de o zamanki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: “O zamanki düşüncem –ben evlenmeyeceğim, okuyacağım- yönündeydi.”
Küçük yaşta başlayan bu ilgi ve merak, zamanla onun için bir tutku haline gelmiş ve ilklere imza atacağı bir başarı öyküsü kazandırmıştır.
Eğitim hayatı boyunca birçok siyasi hadiselerin, savaşların şahidi olmuştur. Üniversite yıllarında, öğretmenleri ve arkadaşlarıyla Bakü’ye gittiği sırada yaşanalar da buna örnektir. O günlerde savaşın merkezi haline gelmiş olan Bakü’de bilim adına herhangi bir çalışma yapmak mümkün olmadığı gibi öğretmenlik bile yapılamıyormuş. Kafkaslar’daki savaşlar nedeniyle bu ortamda çalışma yapmanın ihtimal dahilinde olmadığını bilmesi dahi onu yıldıramamıştır. Böyle bir ortamda eğitime daha da çok ihtiyaç olduğuna inanmış olsa gerek bir “erkek öğretmen okulunda” öğretmenlik yapmıştır. Zorlu geçen savaş zamanlarının ardından bağımsızlığını kaybeden Azerbaycan’da tanıştığı Doktor Reşit Süreyya Gürsey ile evlenmiş ve onunla birlikte İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’a dönüşlerinin ardından burada bir erkek çocukları dünyaya gelmiştir. Feza adını verdikleri çocuklarının henüz dünyaya geldiği sıralarda Azerbaycan’dan ayrılan Sovyetler İstanbul’a yönelmişti. Remziye Hanım burada da cüretkârlığını göstermiş, çocuğunu annesine bırakarak Adana’da bulunan Darülmuallima’ya, “kız öğretmen okuluna” müdür olarak tayin edilmiştir. Ancak sadece bilime değil, memleketinin bilim ışığında gelişmesine kendini adamış olan Remziye Hisar, hedeflerinin peşinden koşmuş ve memleketteki iç karışıklıklara aldırmadan Anadolu’nun bir köşesine görev yapmaya gitmiştir. Bu zor koşullarda çalışan Remziye Hanımın eşi de o sıralar zor zamanlar geçiriyordu. Yaşadığı rahatsızlık nedeniyle tedavi için Paris’e gitmişti. Eşini yalnız bırakmamak hem de kendini daha da geliştirmek için Remziye Hanım da eşinin ardından Paris’e gitmiş, bu dönemde de çiftin kızları Deha da dünyaya gelmiştir.
Remziye Hisar’ın Paris’e gidişi, onu zirveye taşıyacak asıl adımı atmasına neden olmuştur. Böylece Türk Promethe’ler arasında yerini almasının önünü açacak olan Sorbonne’da kimya bölümünde öğrenim görmeye başlamıştır. O yıllardaki Sorbonne’un öneminin nedenini açıklamak gerekirse; birincisi Maria Salomea Sklodowska bu isim “Madam Curie” olarak bilinir ve “radyoaktivite kâşifi, Nobel Ödülü’nü ‘İlk Alan Kadın’ ve bu ödülü iki kez alan ‘İlk Kadın Bilim İnsanı’dır.” Bir diğeri ise Langevin’dir (Langevin dinamiği ve Langevin denklemlerini geliştiren bilim adamı). Bu ve bunun gibi çok sayıda önemli isimler Sorbonne’da ders vermiştir. Bu isimlerden ders almak Remziye Hanım için hem kendini geliştirmek hem de ismini dünyaya duyurmak açısından çok önemli bir fırsat olmuş, onların derslerini dinlerken her zorluğu unutmuş ve daha çok gayret etmiştir. Daha önceden “biyokimya sertifikasına” da sahip olması vesilesiyle Paris Maarif Vekaletinin verdiği bursla eğitimini sürdürmüş, ancak doktora eğitimini sürdüğü sırada bursunun kesilmesi nedeni ile yurda dönmek zorunda kalmıştır. İstanbul’a dönüşünün ardından Erenköy Lisesi’nde kimya öğretmeni olarak çalışmaya başlamış, burada pek uzun kalamamıştır. Mesleğini hakkıyla icra edemediğini düşünüyor, öğrendiklerini öğretemiyordu. Bu nedenle Zonguldak’ta Maden Mühendisi okuluna tayin istemiştir. Bu sırada Milli Eğitim Bakanı olarak görev alan ve yine önemli bir isim, Türkiye’nin “ilk iktisatçılarından” olan Cemal Hüsnü Taray’ın dikkatini çekmiştir. Yeniden Paris’e dönme mücadelesini duyan Taray, Remziye Hanım’a desteğini esirgememiş ve bu sayede nihayet 1930 yılında yeniden Paris’e gitmiştir.
Paris’te zorlu geçen doktora süreci içinde Remziye Hanım’ın oğlu Feza, Galatasaray Lisesi’nde okumaya hak kazanmıştı. Bu güzel gelişmenin ardından ne yazık ki olumsuz hadiseler de gerçekleşmşti. Remziye Hanım’ın eşi Reşit Süreyya Gürsey Amerika’ya yerleşme kararı almış ve bu karar ikili arasında anlaşmazlığa yol açarak boşanmalarına neden olmuştur. Paris’te kalan Remziye Hanım hayatına kız kardeşini de alarak devam etmiştir. Kız kardeşi çocuklarla ilgilenirken Remziye Hisar daha çok çalışmaya zaman ayırabilmiştir. 1933 yılında ise doktora eğitimini bitirerek ardından ülkesine dönmüştür. Doktora süreci ve sonrasında birçok makale yazmış ve yayımlanmıştır. Yine aynı yıl “doçentlik” unvanını almış ve kendisinin de mezun olduğu, yeni adıyla İstanbul Üniversitesi’nde kimya ve fizikokimya alanında doçent olarak çalışmıştır. 1936 yılında Halk Sağlığı Enstitüsü’nde biyokimya uzmanı olarak da çalışmıştır.
Aradan geçen zamanın ardından 1947 yılına geldiğimizde Remziye Hanım İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Makine ve Kimya bölümünde doçent olarak çalışmaya başlamış ve burada çalışmalarına devam ederken, 1949 yılında “Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği” kurucularından olmuştur. Yurt dışında daha da ileriye taşıdığı kimya çalışmalarını ülkemizde de sürdürmüş ve artık bu alanda hatırı sayılır bir isim haline gelmiştir. Öyle ki çalışmaları yurt dışında da duyulmuş ve 1956 yılında Fransa hükümeti kendisine “Officer de l’Académié” (Akademik Memur) nişanı vermiştir.
1959 yılında Remziye Hanım artık bir profesördü. Profesör unvanını almasının ardından çalışmaları ve mücadelesiyle artık dünyaya adını duyurmuş bir isim olan Remziye Hanım 1973 yılına kadar çalışmaya devam etmiş ve sonrasında emekli olmuştur.
Bu başarı öyküsüne çocuklarının da başarısını eklememek olmaz. Remziye Hanım emekliliğe ayrıla dursun, o sıralar oğlu Feza Gürsey de ordinaryüs matematikçi Cahit Arf’ın desteğiyle dünyada tanınan bir fizikçi olmuştu. Kızı Deha Gürsey de aynı yoldan ilerlemiş, psikoloji alanına yönelmiş ve Uluslararası Psikoloji Birliğinde yer alan “tek Türk” olmayı başarmıştır. Bu iki isim de ayrı ayrı iki başarı öyküsüdür.
Zorlu ve mücadele dolu bir hayatın ardından emekliliğe ayrılan Remziye Hanım, artık daha sakin bir hayat sürüyordu. Anadolu Hisarı’nda bulunan babasından kalma evde hayatını sürdürüyordu. Henüz küçük yaşta kendine koyduğu hedefe ulaşmış ve yurtdışında adını duyurarak birçok ödüle layık görülmüştü. Ülkemizde de adını duyurmuş, yurtdışındaki kadar olmasa da ödüle layık görülmüş ve 1991 yılında “TÜBİTAK Bilim Ödülü”nü almıştır. Üniversite hocalığı yıllarında “Metal Kimyası Dersleri”, “Mufassal Fiziki Kimya” Dr. Chaucart’dan “Beyin Kimyası” tercümesi ve daha başka kitaplar çıkarmıştır. Bilimin dışında sosyal açıdan da etkin olduğunu çıkardığı “Bir Kadın Sesi” adlı kitabından da anlayabiliriz. Bu kitabın önemini şöyle anlatmıştır: “Ben yaşamımı kendi ellerimle kurdum, kendime güvenimi her güçlükle pekiştirdim. Zor günlerim oldu şiirlere sığındım. ‘Bir Kadın Sesi’ sizlere ulaşırsa, nakış gibi işlediğim gençliğimi kendinizinkiyle karşılaştırın.” Bunun dışında çektiği zorlukları da kendisinden şu şekilde dinleyebiliriz: “Çocuğunuz dört yıl aynı ayakkabıyla gezmemiştir, aranızda kendi elbiselerini diken herhalde yoktur.” Son olarak da: “Kadınların sadece öğretmenlik yapabildiği gençlik günlerime dönüp baktığımda ne çok yol aldığımızı daha iyi görüyorum.” şeklindeki ifadeleriyle de kadınlarımızın başarılarından bahsetmeyi önemli görmüştür.
Ancak hikaye ne yazık ki pek de güzel bitmedi. 1992 yılında oğlu, ünlü fizikçi Feza Gürsey’in vefat haberini alan ve büyük bir üzüntüye kapılan Remziye Hanım ne yazık ki yaşamına daha fazla devam edememiş ve kısa bir süre sonra aynı yıl hayata veda etmiştir.
- İlk Kadın Veteriner Hekim: Sabire Aydemir (1910-1991)
Türkiye’nin “İlk Kadın Veteriner Hekimlerinden” Sabire Aydemir, 1910 yılında İnebolu, Kastamonu’da dünyaya gelmiştir. 1933 yılında Erenköy Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra tıp eğitimi almak istemesine rağmen, o dönemlerde yatılı öğrenci alınmadığı için Sabire Hanım bu isteğini gerçekleştirememiştir. O sene Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi’ne sınavsız kız öğrenci alınacağını öğrenmiş, içindeki hayvan sevgisinin büyük etkisi ile eğitimine veteriner fakültesinde devam etme kararı almıştır. Türkiye’nin “İlk Kadın Heteriner Hekimlerinden Sabire Hanım” ile ilgili notları İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı'ndan emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Gülhan Türkay Hoştürk bakınız nasıl anlatmıştır: “Veteriner Hekimlik hala da erkek mesleği olarak bilinir. Veterinerliğin o zaman daha çok kırsal alanda yapılıyor olması, büyükbaş hayvanlarla uğraşılıyor olması, şartların çok zor olması, at sırtında köyden köye dolaşılıyor olması kadınlar için hem fiziki olarak zorluklarla yaşanıyordu hem de halkın henüz bir kadın hekime alışamaması nedeni ile çeşitli zorlukları vardı. O dönem on kişi mezun oldular. Sabire Hanım bunlar içinde önce asistanlığı tercih etti, uzmanlık talebesi olarak asistanlık yaptı ve bakteriyoloji uzmanı oldu daha sonra Ankara ve İstanbul’da bakteriyoloji laboratuvarlarında çalıştıktan sonra Anadolu’ya gitmeyi tercih etti. Son görev yeri olarak da Samsun Atakum’da bulunan Veteriner Kontrol Araştırma Enstitüsü’nden Bakteriyoloji Uzmanı olarak emekli olmuştur.”
1984 yılında “Türk Kadınına Seçme Ve Seçilme Hakkının Verilmesinin 50. Yılı” vesilesi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “İlk Üniversite Mezunu Kadınlara” plaket verilmiş ve Veteriner Hekim Sabire Aydemir’e de “Türkiye Cumhuriyetinin İlk Kadın Veteriner Hekimi” plaketi takdim edilmiştir. 1991 yılında Ankara’da vefat eden Sabire Aydemir, 2016 yılında “Türk Veteriner Hekimleri Birliği Onur Ödülü”ne layık görülmüştür.
…devam edecek