Dün gece uyku tutmadı. Gecenin dördünde ayağa dikildim. Neler olup bitiyor diye şöyle bir internette dolandım. Aman Allah'ım o da ne! Dişi Pelikancık, ”Allah belânızı versin!” tweetleri atmış. Utanmadan sıkılmadan FETÖ gerçeklerini anlatmayı da ihmâl etmemiş.
Mutfağa indim. Gece gece hiç âdetim değil ama bir Türk kahvesi yaptım. Yanına, bir tane fındıklı lokum koydum. Bahçeye çıktım. Gökyüzüne baktım, yıldızlar göz kırpıyordu. Ben de onlara kırptım. Dolaşa dolaşa kahvemi içtim. Kasımpatılar, kışı istikbal için hazıroldaydılar. Birini kokladım. Bahar müjdesi aldım. Hâlâ açmaya devam eden güllerimi sevdim.
“Derdin ne?” diye soranlara anlatayım.
2016 senesinin şubat başıydı. Bülent Arınç’a, “Manisalı Lawrens” deme hadsizliği gösteren Hilâl Kaplan’ın Taraf gazetesindeki arşivini ortaya döktüm.
Bunu hafife alıp, “Ne var bunda? Satıra gelen hatır gelir” diyen varsa iyi okusun. Şu an Taraf gazetesine erişim yasağı var. Büyük kütüphanelerin arşivine bile gidip isteseniz vermiyorlar. Yâni mezkûr yazarın o yazılarını kaydetmiş olmasam nisyan ile malul olan hâfızamız, geçmişte şakirdesi olduğu Gülen’e yazdığı şu şiiri unutacaktı:
“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin
Gülen de görse bu güneşi, Ahmet Abi de Nâzım da
Hrant Abi de salınsa dağlarında özgürce,
Rakel ve Gülten Abla artık huzur bulsa”
Sâdece bu şiir mi? Çanakkale şehitlerini tahfif ettiği bilinmeyecekti. Râsim Ozanla birlikte katıldığı PKK uzantısı BDP toplantısında, dönemin Başbakanı Erdoğan’ı Vahşi’ye; Altan ağabeyini ise Emile Zola’ya benzettiğine ihtimal bile verilmeyecekti.
Yalanlama gelmedi ama gazetesi, hemen bir röportaj yapıp akladı. Üstü kapalı tehdit de vardı: “Unutmayacağım!” diyordu şairemiz. Cevap yazdım: “Unutursun, unutursun! Sende bu hâfıza varken unutursun!”
Nereden bileyim hangi arı kovanına çomak soktuğumu, nereden bileyim Ahmet Davutoğlu’na yapılanlara karşı çıkmanın bedelinin ne olduğunu? Arşivimde Hoca efendi kelimesi olmadığından, çocuklarım maklube sofralarına oturmadığından olacak, gayet rahattım.
15 Temmuz’da başlayan Mccartyzm’den nasibimizi aldık. Vazife, Cem Küçük’e verildi. Yazdığım gazetenin Fetöcü olduğunu yaydı. Reklamlar kesildi. Maaşlar ödenemez oldu ve gazete kapandı.
Yetmedi. Cem Küçük ve Fuat Uğur, TGRT ekranında, “Bu kadını içeri alın, yurt dışına kaçacak!” diye bas bas bağırdılar.
Değdi mi derseniz, geriye dönme şansım olsa yine aynı şeyi yaparım. Bülent Arınç’a, “Cübbeli Bülo” ve “Manisalı Lawrence”; Ahmet Davutoğlu’na “Serok Ahmet” diyenlere karşı çıkarım.
Uçağa binmek, resepsiyona çağrılmak ve ekrana çıkmak için fır dönenler, bunu anlayamazlar.
Ne dersiniz? Zevkle kahve içmekte haksız mıyım?
Yalnız bu kahveyi, ne Hilâl’in ne Cem’in şerefine içtim.
Benimle karşılaşınca yerin kulağı vardır korkusuyla selâm vermeyenlerin; aynı gazetede yazmaya başlayınca “Cem, iyi çocuktur. Sen bir şey yapmışsındır.” diyerek arkadaşını satanların şerefine(!) içtim.
Bu keyif kahvesi için dört yıldır bekliyorum. Mezkûr gazeteciler, iki gün sonra uçağa çağrılır gönülleri alınırsa çok pis bozulurum ama şaşırmam.
……..
HAYRETTİN KARAMAN’A BİR SORUM VAR
Hocam, bu yazıyı yazarken sela verildi. Bir Müslüman olarak, hemen rahmet diledim. Böyle yetiştik Hocam. Tanımadığımıza bile rahmet dileyerek büyüdük.
Bir kısım yazarlar, Ahmet Kekeç’in arkasından rahmet dilemeyenlerin imanını sorguladılar. Üzerime alındım Hocam. Lütfen beni rahatlatın!
FETÖ'cü olduğum iftirasına susan (inşallah katkısı olmamıştır) birisi öldüğünde, “Allah rahmet eylesin” demezsem inancım sakatlanır mı?
Kuyumu kazanları seyredene rahmet dilememe hürriyetim var mı?
Ben niye bu hâle geldim Hocam?
Azerbaycanlı şair Sabir’in dediği gibi “Harda Müselman görürem gorhuram” Hocam!