Size bir hikâye anlatayım da niye normal dediğimi anlayın.
2006 veya 2007 yılı... Ulusalcılığın tavan yaptığı zamanlar...
Ankara’da bir vakfın çarşamba sohbetine gittim. Konuşmacı, Ankara’daki üniversitelerin birinde yardımcı doçent olan bir hanımdı. Neler anlattı neler... Eline silah al, önüne çıkan ilk AK Partiliyi vur, garanti cennetliksin. O kadar uç ve mesnetsiz şeylerden bahsetti ki salondakilerin çoğu bir şey anlamadı. Anlattıklarından ziyâde, üslûbu dikkatimi çekti. Tam bir hükûmet kadın edâsı vardı. “Ben, bu işi iyi biliyorum. İtiraz istemem!” kıvamında. Cesâret edip eleştirenleri de ciddiye almadı.
Aradan, yaklaşık on yıl geçti. Aynı akademisyenle bir sempozyumda karşılaştım. 5-6 kişi yemek yiyorduk. Söz, 16 Nisan referandumuna geldi. Az bir süre vardı. “Ne yapacağız, ne edeceğiz?” konuşmaları olunca bu hanım, “Bi dakika! Merkeze sorayım.” dedi.
MHP’den birisini aradı, konuştu. Telefonu kapatınca aynı on yıl önceki hükûmet kadın edâsıyla, “Arkadaşlar, evet oyu veriyormuşuz.” dedi. Oyuna ve oyununa bizi ortak etmesindeki cürete, şaşırdım kaldım. Sessizliğimi, onayladığıma yoran olmuştur belki.
Hani partilerin kadın kolları, gençlik kolları falan olur ya, bu da akademi kolları.
Akademisyenleri böyle olan bir ülkede, siyâsîlere ve gazetecilere niye kızalım ki?
Not: Bahsettiğim profesörün, elbette akademisyenlikle bir alâkası yok. Tam bir akademist.