Kahredici depremle birlikte daha önce onlarca kez yaşadıklarımızı bir kez daha yaşadık, yaşıyoruz. Çünkü hiç ders almamıştık, almıyoruz da.
Önce dünlere bakalım.
Fatih’in çağrısı üzerine İstanbul’a gelip müderris, yaptığı “Yıldız Haritası” ile Kristof Kolomb'a Amerika’nın keşfinde esin kaynağı olan gökbilimci (astronom), matematikçi ve kelâm bilgini Ali Kuşçu’nun ölümünden 34 yıl sonra, bin 509’da İstanbul’da yaşanan, Bolu ve Edirne’de de duyulan depremde binin üzerinde ev yıkılmış, 4-13 bin arasında kişi ölmüş, 10 binden çok kişi yaralanmış, tsunami dalgaları kentin sınırlarını aşmış, İstanbul halkı da bu olayı yıllarca "Küçük Kıyamet" (Kıyamet-i Suğra) olarak anımsamıştı.
Peki, ders aldık mı? Hayır. 1.575’te Sokullu Mehmet Paşa’nın desteğiyle III. Murat döneminde kurulan Takiyüddin Gözlemevi’ni (Dar-ü'r Rasad-ül Cedid), 1.580’de, yani beş yıl sonra Osmanlı tarihinde gericiliği hızlandıran Kadızadeler döneminde Şeyhülislamın onayladığı fetva üzerine III. Murat’ın toplarıyla yıktık; bilimi, doğa bilimini kovduk.
1773’te müderrislerimiz, Thales’ten ve Pisagor’dan yaklaşık 23, Eukleídēs’ten 21 yüzyıl sonra, Baron de Tott’un sorusu üzerine üçgenin açılarının üçgene göre değiştiğini söylüyor; Osmanlı Sultanı da, Büyük Friedrich’ten imparatorluğunu kurtarmak için üç müneccim istiyordu.
Demek, bizler, bu bilimi dışlama hünerlerini daha önce de becermiştik.
Geçmişi bırakalım. Günümüze gelelim.
Birkaç yıl önce Siirt’te bir ailenin sürekli yanan evini kurtarmak için, o aileyi giderleri valilik bütçesinden karşılanarak cinleri kovdurmak için İstanbul’a göndermeye kalkışan, bu yüzden daha büyük illere atanıp ödüllendirilenvalileri; TÜBİTAK’ta “bu, Tanrı’ya şirk koşmaktır” diyerek deneyleri yasaklayan fizik, kimya profesörlerini de görmüştük.
“Saymayı bırakalım, bunlara gülüp geçelim” diyebilirsiniz, elbette.
Ne var ki, cilalı, neolitik taş çağında kalan bu saçmalıklar, devlet katlarında bile bitmiyor ki!
Maraş depreminde, 1835’te Şili’de depreme yakalanan Charles Darwin’in deyişiyle “sağlamlığın simgesi toprak, sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı” ve ülkemizin beşte birini çökerten yıkıcılığıyla, yakıcılığıyla her boydan insanımızı gözyaşlarına, hıçkırıklara, kısaca 85 milyonu yaslara boğdu.
Üstelik bu deprem, aylardır, hatta yıllardır“GELİYORUM” diyerek sürekli uyardı bizleri, özellikle de yönetenleri. Ünleri ülke, hatta dünya çapında olan yerbilimcilerimiz (jeolog), bu bilimlerin ülkesel ve yerel meslek kuruluşları çığlıklarını yükselttiler.
Ama bizler, onları da hiç önemsemedik. O güzel insanların bir kesimi, öğrenimleri bize çok pahalıya mal olan çoğu bilim insanlarımız da, hiç kaygı duymaksızın “giderlerse gitsinler” denilen hekimlerimiz gibi, biz sağırları alınyazımızla yalnız bırakıp seslerini daha gür duyurabilecekleri diyarlara çekip gittiler.
Doğa bilimleri şöyle der: Deprem, sel, hortum, orman yangını, veba gibi yıkımlar, “doğa olayı”dır. Bilim, nedenini araştırır, çaresini bulur; akıl da bu çareyi uygular; önlemlerinialır, onların kesinlikle üstesinden gelir.
Tanrıbilim (ilahiyat, teoloji) de benzer doğrultuda şöyle der: Doğanın, Tanrı’nın en şerefli (eşref-i mahlukat) yapıtı insan; en yetkin yapıtı “insan beyni”dir. Bu beynin işlevi düşünmektir.
İslam dininin kitabı Kur’an, bu anlayış ve yaklaşımı, anlayabilene çok çarpıcı biçimde vurgulamış; Tanrı’nın verdiği aklı kullananları, düşünerek davrananları övmüş, düşünmeksizin davrananları uyararak onları murdar, sağır, inkârcı diye niteleyip kınamış, dahası aklı kullanmaya yardımcı olsun ve anlaşılsın diye Kur’an’ın Arapça indirildiğini belirtmiş (Bakara, 242; Enfal, 22; Yunus, 42, 100;Yusuf, 2; Zuhruf, 3) ve bu doğruları tam elli ayetinde dile getirmiştir.
Bizler ise, ne Kur’an’ı dinledik ne de “Bilim Çin’de de olsa arayınız” diyen İslam Peygamberini ve “Yaşamda biricik yol gösterici bilimdir” diyen ülkenin Kurucu Önderini.
Yaşananları ise kanıksadık. Hiçbiri artık bizleri şaşırtmıyor. Doğal karşılıyoruz.
İşte, en acıklısı da aslında bu!?
Tanrı’nın, peygamberin ve önderin buyruklarını özümseyerek uygulamaya aktaracak yerde, onları sadece dinkitaplarına yazmakla ya da üniversitelerimizin duvarlarına kazımakla yahut da asmakla yetindik, yetiniyoruz. O kadar.
Hiçbirini ne önemsiyoruz ne de özümseyip yaşama geçiriyoruz.
Örneği, kendi mesleğimden vereyim. Hukuk fakültesini bitirip staja başlandığında seleflerin, yani öncekilerin halefe, yani stajyere verdiği ilk öğüt şudur: “Bilim başka, uygulama başka. Bu meslekte başarılı olup yükselmek istiyorsan, fakültede öğrendiklerini unutmalısın!?”
Bu saçma, bilim düşmanı kahredici öğüdün sonucu ise, bilimin egemen olması gereken bütün alanlarda, hukuk da dâhil, çok acı olmuştur: Başarısızlık, çöküş, insan çığlıkları, hatta depremde yaşandığı gibi insan ölümleri.
Nitekim hukukumuz açısından yirminci yüzyılın büyük zekâlarından Marc Ancel, şu belirlemeyi yapmıştır: “Zanardelli Ceza Yasası (eski TCY’nin kaynağı), Türk uygulamasında önemli yozlaşmalara uğramıştır.” (Ancel, Intérét et nécessité nouvelle de la recherche pénaliste comparative, Mélanges en l’honneur du Doyen Pierre Bouzat, Paris, 1980, s. 10).
Başarılı olsaydık, Batı hukukunu bizden çok sonra alan, ancak o hukukun ilkin bilimini öğrenip özümseyen, sonra da yasalarını bu bilime göre uygulayan Japonlar gibi dünyaya örnek olur, insanlarımızı da “mahkemelerde sürüm sürüm süründür”mezdik.
Başarılı olsaydık, “Deprem öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars’ta bile olsalar yine öleceklerdi” diyerek, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaçağın başlarına giderek, doğa biliminde dahi “yazgıcılık”(kadercilik, fatalizm) ile “cebriyyecilik”i bütünleştirerek, akıl tutulmasıyla Tanrı’yı bile sorumlu tutup saçmalayanları bilim yuvası üniversitelerde barındırmaz, depremin nedenlerini bilimin ışığında öğrenir, Japonlar gibi doğayla dost olur, birlikte yaşamanın yollarını bulur, şimdi yaptığımız gibi kahrolup dizlerimizi dövmezdik.
Başarılı olsaydık, Erzincan’ı yerle bir eden 1939 depremi üzerine bölgeye giden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün sarsıntıdan etkilenen Tokat’ta da binaların yıkıldığını görünce “Turhal’daki betonarme binalar depreme dayandığı niçin halde niçin Tokattaki betonarmeler dayanamadılar?” diye sorması üzerine, ülkemizde yerbilimin kurucusu Prof. Dr. Hamit Nafiz Pamir’in (1892 - 1976,) verdiği “Çünkü Paşam, Turhal’da betonarme olarak kurulan şeker fabrikası yapılmadan önce yerbilimcilere başvuruldu. Bölge incelendi. Yer yapısının çürük olduğu belirlendi. Buna göre de, sağlam temeller üzerine binalar yapıldığı için yıkım olmadı” yanıtını asla unutmaz, hiç değilse Marmara depreminden sonra bilime kulak verir, bütün ülkeyi deprem bölgesi olarak görür, ona göre binalar yapardık.
Ama biz, her zamanki gibi bilime hiç kulak vermedik. Unutmayalım ki, her canlı, doğanın yapısına uyar. İnsan da uyar. Ama öbür canılar gibi içgüdüsüyle değil, aklıyla, aklın ürünü bilimle uyar.
Başarılı olsaydık, bizler bunun tersini yapmaz, asla para karşılığında “imar barışı”, “imar affı” diyerek çürük “ev”lere, bir bakıma “tabut”lara; “devletin şefkatli eli”nden söz ederek, "Maraş'ta 144 bin, Malatya'da 88 bin, Hatay'da 205 bin yurttaşımızın sorununu çözdük" diye bayram edip övünerek izin vermezdik. Verdik, bile bile ölüme çağrı yaptık.
Başarılı olsaydık, asma köprüde halatın kopmasından kendisini sorumlu tutarak Mühendis Kishi Ryoichi gibi kendi canına kıyan şerefli, ahlaklı insanlar yetiştirirdik.
Peki, onca yanlış ve ölümlere karşın, bırakın ölümü göze almayı, görevini bırakanlar var mı bu ülkede?
Hiç yok.
Oysa böyle bir deprem Avrupa’da, Japonya’da yaşansaydı, ülkeyi yönetenlerin hepsi siyaset etiği gereği kesinlikle çekipgiderdi.
Çekip gitmek bir yana, bizimkiler, şimdi de yazgıcı(fatalist), cebriyyeci bir yaklaşımla “Tanrı’nın takdiri, yazgı” gibi, sadece bilime değil, İslam’a da ters düşen sözlerle ya kendilerini avutuyor ya da bütün sorumluluğu Tanrı’ya yüklüyor yahut da “bilim sizi uyardı” diyenlere şükran duyacak yerde, en yetkililerin ve sorumluların ağzıyla ağız dolusu sövüyorlar.
Bununla da kalmıyorlar. İslam’ın “dan-ı-ş” buyruğunu ve dillerin en güzeli olan Türkçemizin en anlamlı “tar-t-ış” kavramını dışlayarak, yani karşımızdakilerin düşüncelerini ve sözlerini tartıp değerlendirdikten sonra, ürettiğimiz işteş eyleme göre görüş üretecek yerde, sürekli karanlık bir odada hiç bulunmayan bir kediyi arıyor, tıpkı faiz sorununda olduğu gibi, çevremizdekilerin bilim ve bilinç dışı alkışları arasında aylardır “çaresini buldum, buldum” diye çığlıklar atıp duruyor, şimdi de yer sarsıntısı üzerine “deveni sağlam kazığa bağla, sonra Tanrı’ya güven” diye buyuran hadise karşın “yazgı, kader” deyip işin içinden sıyrılıyorlar. Oysa bilimle uğraşanlar, bir yazarın sözleriyle, ilkin karanlık odada olmayan kara bir kediyi arayarak ne metafizik, ne de var olan kediyi arayarak felsefe yaparlar. Onlar sadece ve sadece “BİLİM” yaparlar. Sözgelimi, Japonlar, beşik gibi sürekli sallanan topraklarında, bilime danışarak, binalarını bile beşiğe dönüştürüp, o alınyazısını aşmışlardır. Çünkü onlar, karanlık odada ellerinde o odayı aydınlatan “bilim feneri”yle kara kediyi arayıp bulmuşlardır. O bilim feneri ki, herkese sürekli şunları söyleyegelmiştir: “Faizi düşürürseniz, enflasyon şaha kalkar” ya da “doğanın yapısını gözetmezseniz, doğa, deprem sizi yıkar.”
Dinledik mi? Hayır.
Böyle bir toplumda, elbette güzelim “tar-t-ışma” sözcüğü ve etkinliği de, yararsız olduğu denli acımasız, tiksindirici, öğürtücü bir “söv-üş-me”ye dönüşecektir.
Nitekim dönüşmüştür de.
Evet, bizler, yukarıda belirttiğimizi gibi, bilimsel düşüncelere ve hukuka her zaman karşı çıktık. Bugün de öyle. Yirmi birinci yüzyılda bile bankaların hiç bulunmadığı yedinciyüzyılda ve sekiz ya da on bin insanın yaşadığı bir kent içinkotarılan hukukun, fıkhın, bunun ürünü olan Mecelle’nin “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” (Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi yadsınamaz, madde, 39) hükmünü bile çiğneyerek ve de İslam Fıkhının kimi bilginlere göre aşırı faizi (riba) yasaklayan hükmünü, buyruğunu “nass, bu nass” diye, her zaman olduğu gibi, yeterince öğrenip incelemeksizin savunarak; Anayasa’nın laiklik ilkesine ters düşme pahasına, yıllardır hem kendimizi, hem de halkımızı aldattık.
Dahası, bunları dile getirenler karşısında ülkemizin en yüksek makamında oturan ve bu yüzden de her insana saygı duyarak örnek olması, insanlarımızı dostça kaynaştırması gereken saygın kişinin dili çok, ama çok üzücü olmuştur. Görüşlerine karşı çıkan herkese “çapulcu, sürtük, terörist, geri zekâlı, haysiyet fukarası, sefil, zavallı, gafil, çürük, eşkıya, haysiyetsiz, onursuz, sanatçı müsveddesi, edep fukarası, ahlaksız, haysiyet celladı, kan emici …” vb. sözlerle sürgit sövmüştür. “Kindar nesil”den biri olarak, en acılı günlerimizde deprem nedeniyle eleştirenlere “ŞEREFSİZLER!..” diyerek “eşref-i mahlukat”ın şerefini yüceltecek yerde, Tanrı’nın en yetkin yapıtını, yani “insan beyini,” dolayısıyla Federal Almanya Anayasası’nın ilk maddesinde saygınlığına dokunulamayacağı belirtilen “insan şerefi”ni örseleyip aşağılamıştır.
Katlanılamaz ölçüde üzücü bir duruştur, bu.
Siyasal yaşamı çelişkilerle dolu, bu yüzden inanırlığını yitirmiş, TBMM’ye girebilme kaygısıyla Ata’ya “ayyaş” diyenlerin eteğine yapışmış küçük ortağının başı da, hiç ondan geri kalmıyor: “Akbabalar, kanı bozuklar, haşaratlar, işbirlikçi sefiller, simsarlar, müfteri ve müfsitler, izansızlar, menfaatperestler, aymazlar, asalaklar, alçaklar, sahtekârlar, mikroplar!..” (14.2.2023 Parti Grubu konuşması)
Dikkat ediniz, lütfen. Bu kınanası, utandırıcı, çirkin sözleri, sözde demokrasi yarışındaki Türkiye’yi, yani bizleri yönetenve kendilerini “Müslüman” olarak niteleyip sahneye çıkanlarsöylüyorlar.
Dikkat ediniz, lütfen. Bunlardan birincisi, hukuka aykırı oylamanın sonucu da olsa, şu anda eylemli biçimde ayrım gözetmeden herkesin, bütün Türk halkının başıdır. Tek derdi,yine ayrım gözetmeden bütün halkın dertlerine derman olmaktır. Ama o, kendi annelerine, babalarına, çocuklarına, kardeşlerine, onlar, yanlış yaptıklarında buğzetmek ya da doğrusunu söylemek yerine, düpedüz sövüyor.
Dikkat ediniz, lütfen. Bunlardan ikincisi, yine bütün Türk halkının başı olmaya gizil (potansiyel) adaydır. Yani, onun da tek derdi, yine ayrım gözetmeden bütün halkın dertlerine derman olabileceği bir konuma gelmektir. Ama o da, kendi annelerine, babalarına, çocuklarına, kardeşlerine, onlar, yanlış yaptıklarında buğzetmek ya da doğrusunu söylemek yerine, düpedüz sövüyor.
Dikkat ediniz, lütfen. Pişman olup, tartıp “tar-t-ış-mak” şöyle dursun, ikisi de, sövüp “söv-üş-mek”te, hem de yandaşlarının şiddetli alkışlarıyla yıllardır toplumu germekteyarışıyorlar.
Ve bu sözleri, elbette yalnızca 85 milyon yurttaşımız, ahlaksal eğitimlerinden sorumlu olduğumuz küçüklerimiz, torunlarımız değil, bütün dünya âlem duyup, seyrediyor.
Artık onlar sayesinde bizler, uzun süredir “SAĞLIKLI TARTIŞMA TOPLUMU”nda değil, “HASTALIKLI SÖVÜŞME TOPLUMU”nda yaşıyoruz.
Onlara her şeyden önce hemen şu dört şeyi anımsatmak isterim. Birincisi, oturdukları gelip geçici makamlarınkendilerine ortak aklı toplumda egemen kılıp hem yurttaş bilinci ve hem de inançlar açısından örnek olmaya ve herkesi kucaklamaya zorladığını; ikincisi, dün de, bugün de, oldum olası bunu hiç mi hiç başaramadıklarını; üçüncüsü, bu sözler üzerine mağdurların dava açma haklarının doğduğunu ve kendilerinin birer sanık adayı olduklarını; dördüncüsü de yönetenlerin hukuka uyma konusunda örnek olup sanık adayı olmaktan kaçınmaları gerektiğini.
Sonra da, aşağıdaki bilgileri de kendilerine iletmek isterim.
Bu sözleri duyduğum zaman, yukarıda değindiğim gibi, ilkin Kur’an’ın kesin buyruğu aklıma geldi: “Danışıp görüşün(istişare, müşavere edin), Âl-i İmrân, 159; Neml, 32; Şûra, 38).
Hemen ardından da Müslüman olarak yüksek sesle “buğz etmeyiniz” diyen (Âl-i İmrân, 118; Hûd, 85, 116; Mâide, 64, 91; Ra’d, 25; Nahl, 88; Şuârâ, 183), “gönül alıcı sözü, tatlı dili” kutsayan (İsrâ, 28; Nisâ, 5) ayetlerle Hz. Muhammet’in sözel sünnetini anımsadım: “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin. Buna gücünüzü yetmezse dilinizle düzeltin. Buna da gücünüz yetmezse İÇİNİZDEN BUĞZ EDİN. Ama unutmayın. Bu sonuncusu, imanın en zayıf halkasıdır.”
Sonra da Yusuf Has Hacib’in ( 1017-1077) bin yıl önce dediklerini anımsadım: “Sen halkı belâdan, zulümden koru, iyilik yap; elinle ve dilinle halkı sevindir (…) düşmanlık besleyip kin gütme (…) Eğer ebedî beylik istiyorsan, adaletten ayrılma!”
Bunlarla da yetinmedim. Bundan tam 724 yıl önce Şeyh Edebali’nin damadı Osman Gazi’ye verdiği öğütleri anımsadım: “Ey Oğul, Beysin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, katlanmak sana. Yanılmak bize, hoş görmek sana. Çatışmalar bize, adalet sana. Kötü söz, haksızlık bize, adalet sana. Bölmek bize, bütünleştirip birleştirmek sana. Ey oğul! Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu unutma! İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın! Yükün ağır, işin çetin, gücün ise kıla bağlı.”
Çok, ama çok doğru, çok da düşündürücü değil mi?
Şeyh Edebali bile, on dördüncü yüzyılda çağcıl (modern) toplumlarda hukukun da, devletin de insan için olduğunun;insanın, hukuk ve devlet için olmadığının ayrımına varmış.
Burada bir zamanlar bu özgürlük yokluğunun mağduru ve hükümlüsü olan cumhurun sayın başkanına; sonra da onun elinden tuttuğu partinin dün söylediklerinin bugünlerde tam tersini söyleyen, “Atatürk, kırmızı çizgimizdir” dediği halde Ata’ya “ayyaş” diyen ortağına, Fransa’da ömür tüketmiş bir düşünürün, bundan 431 yıl önce 59 yaşında ölen deneme yazarı Montaigne’in (1533-1592) sözlerini de armağan etmek isterim.
Bakın, ne diyor Fransız Sokrates’i kuşkucu Montaigne, kendisini eleştirenlere: “Görüş ayrılıkları, çatışmaları, beni ne küçük düşürür ne de yıldırır. Yalnızca uyarır ve beynimi kışkırtır (...) Biri bize karşı çıktığında doğru söyleyip söylemediğine bakmaz, pençelerimizi gösteririz (…) (Ancak) ben, aslında dostlarımın görüşlerini, neye mal olursa olsun, açık yürekle ve yüreklilikle sergilemelerini, hatta katı, tırmalayıcı, yırtıcı olmalarını isterim. Tıpkı kanatıcı ısırıklar, tırmalamalar isteyen aşklar gibi. (…) Eğer görüşler, yapmacık, dostça, korkakça olursa, güçlü, soylu ve inandırıcı olmaz. Nitekim “çatışılmadan tartışılamaz” (neque enim disputari sine reprehensione potest) demişti, Cicero. (Kısaca) bana çatıldığında öfkem değil, dikkatim uyanır; benimle çatışıp çelişene, bana öğretene doğru yönelirim. DOĞRUYU BULMA DAVASI, HER BİRİMİZİN ORTAK DAVASIDIR (…) Kimin elinde doğruyu görsem sevinir, bayram ederim, okşarım, yenik silahlarımı ona teslim ederim. Uzaktaysa yaklaşırım. (…) Bana zarar verse bile, bana katkıda bulunmaları için beni eleştirenlerin yürekli olmalarını sağlarım. (…) Bundan da zevk alırım (…) Nitekim Sokrates, söylediklerine karşı çıkanların görüşlerini sürekli gülerek devşirirdi (…) Karşı görüş sahibinin kazandığı her zafer, onun zayıflığı yüzünden kazandığım her zaferden daha üstündür, benim açımdan.” (Montaigne, Michel de, Essais, texte établi et annoté par Robert Barral en collaboration avec Pierre Michel, France Loisirs, Paris, 1967, s. 570, 571).
Evet. Öldüğünde cumhurum Sayın Başkanından 10, ortağından 16 yıl küçüktü, Montaigne. Denemelerini 39 yaşında yazmaya başladığına göre, Montaigne, “ortak dava bilinci”ni yansıtan bu satırları belki de 40’lı yaşlarında yazmıştı, kim bilir? O, uygarca tartışarak doğruyu bulmanın ne demek olduğunu bütün dünyaya bundan yaklaşık beş yüzyıl önce duyurmuştu. Hem de çok çarpıcı, vurucu biçimde.
Demek, sövenleri destekleyen bizler, bugüne dek hiç kimseyi, hatta Kur’an’ı da, Hz. Peygamberi de dinlememiş, “imanın son halkası”nı bile umursamamışız.
Cumhurun sayın başkanının da bu konudaki görüşlerini, düşüncelerini sövmeksizin, insanları düşmanlığa kışkırtmaksızın sözle, yazıyla dile getirdiği zaman, Ata’yı bile eleştirse, bu özgürlüğünü bir hukukçu olarak sonuna dek her zaman savunmak elbette görevimizdir, Nitekim bu görüşlerimizi, az çok demokrasi eğitimi almış biri olarak, 1999 “yargılama yılı açış konuşma”sında halkımızaduyurmuştuk. O konuşma yurt dışında da gündem olmuş, umutlar yaşatmıştı. Zira “kenetlenmiş dişlerle özgürlük türküleri söylenemez”di (Alfonsa Reyes).
Şunu asla unutmayalım. “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” diyen MUSTAFA KEMAL PAŞA, kurduğu “Cumhuriyet”le birlikte “ayrıntı ve özü kavrama (ihâta) güçleri” ve “yeterli kazanımları (müktesebat)” olmadığı içinkendisinden uzaklaşan “bağımsızlık davası” arkadaşlarından; “ben ileride öyle bir rejim istiyorum ki, Padişahlığı savunanlar bile bir parti kurabilmeli” diyen ve TBMM’nce “Türklerin atası” soyadını alan ATATÜRK ise, sık sık“kendisini anlayamayan” en yakın “devrim davası” arkadaşlarından sürekli yakınmıştır. Tarihte hiçbir devrim çiçekler atılarak yapılmamıştır. Atatürk, devrimler uğruna zorunlu bir diktatör olduğunun bilincindeydi. Ama tarihe böyle geçmek istemiyor, en yakın çocukluk arkadaşı A. Fethi Okyar’a bir parti kurduruyordu. Ancak bu deneme düş kırıklığıyla sonuçlanmıştı. Bu yüzden Duverger, bir kaçınılamaz (zoraki) diktatör olan Atatürk’ün demokrasinin alt yapısını hazırlamak için kurduğu partisinin gelecekteki hedefinin demokrasi olduğunu belirterek, onu öbür partilerden özenle ayırmıştır.
Demek, bir Fransız bile Ata’nın gelecekteki hedefini çok iyi kavramıştır. Buna karşılık, J. Attali’nin terimiyle çoğul sesli “hiper demokrasi”ye geçmekte olan bir dünyada, “çağcıl özgürlük ve demokrasi”nin “özün”den, “yeterli kazanım”larından yoksun ve bu değerleri özümsemede yetersiz kalanlar, bir türlü “doğruyu ayırt etme gücü”ne (reşit) ulaşamayanlar ve olgunluk çağını yaşayamayanlar, görüşlerine karşı olsak da, cumhurun gelecekteki Başkanının da 1999’da düşünce özgürlüğünü savunduğumuz için “Atatürk, Atatürk!?” diyerek bilinçsizce, bilgisizce bize saldırdılar. Çünkü onlar, ne yazık ki, sadece birer çocuksu “Atatürksever”diler. O kadar. Tıpkı sekiz, on yaşındaki çocuklarımız, torunlarımız gibi.
Dahası onlar, bununla da kalmadılar. Tarih bilgisinden yoksun çarpık bir bilinçle ve de, yargıcın yansızlığı etiğini çiğneme pahasına, cüce ideolojilerini kurdukları yargıya (hüküm) bile karıştırarak, cumhurun gelecekteki başını cezalandırıp, masum halkın gözünde onu yapay bir şöhrete kavuşturdular, kahraman yaptılar. O da, aynı konuşmamızdabelirttiğimiz gibi, tıpkı sürgün cezası verilen Lenin’in, hapis cezasın hüküm giyen Hitler’in iktidar gelmesi gibi iktidara geldi.
Görülüyor ki, bu öykünün asıl kahramanı, o değildir; evet, bu öykünün asıl kahramanları, şimdilerde dizlerini döven,bilinçsiz ve demokratik düzende bile düşünsel açıdan bir türlü erginlik yaşına ulaşamamış olan çocuksu Atatürkseverlerdir; düpedüz bu berikilerdir.
Bunun o siyasetçiye kötülük mü, iyilik mi getirdiğini bilmiyorum. Ama ülkemize hiç de iyilikler getirmediği artık gün gibi ortada.
Sözgelimi, yaptığı yollarla övünüyordu, bizler de alkışlıyorduk. Ama sonraları anladık ki, torunlarımızın çocuklarını bile borçlandırma pahasına yapmış bütün bunları. İşte o günden beri de “Düyun-u Umumiye”yi hortlatır kaygısıyla yaşamaya başladık.
Zaman oldu. Laiklikten yana göründü. Ama her cuma, dinsizlerin, başka din ve inançtan olanların da başkanı olduğunu unutarak, özel arabasıyla gidecek yerde, Cumhurbaşkanlığı forsuyla, resmi arabalarla, sayısı bini aşan korumalarını da yanına, yöresine alarak âlây-ı vâlâ ile camilere gitti; Osmanlı padişahlarına özenip cuma selamlığını, alayını gerçekleştirdi.
Zaman oldu. Laiklik ilkesini anayasal boyuta taşıyan bu devletin kurucusuna doğru dürüst bir dünya görüşü ve bilgisi olmayanların çaresizliğiyle sövdü.
Oysa aşağıladığı o Büyük Önder şöyle demişti: “Yaşamda en doğru yol gösterici, bilimdir.” Daha bitmedi. Şunları da eklemişti: “Benim görüşlerim ile bilim arasında bir çatışma görürseniz, beni değil, bilimi izleyin.”
O ise, yukarıda belirttiğim gibi, sadece bilimsel düşüncelere değil, Fıkhın, Mecelle’nin hükümlerine bile karşıçıktı.
Üzülüyoruz, elbette bunları yazarken.
Kınanası sözleri kendisine anımsatıldığında bile “Eyvah ki eyvah! Meğer ben neler söylemişim!?” diye üzülecek yerde,yine hiçbir değişme görülmedi, görülmüyor.
Ancak biz, bu satırları, Tanrı’nın “akıl” ile donattığı insanların pişmanlık duyarak halkımızı bir “SAĞLIKLI TARTIŞMA TOPLUMU”na dönüştüreceği umudu ve inancıyla kaleme aldık. Çünkü tartışan toplumları, ne savaşlar yıkabilir ne de depremler.
Köşesine çekilmiş bir bilim ve hukuk insanı, bir yurttaş olarak elimizden ancak bunları dile getirmek geliyor.
Dileriz, bu kez düş kırıklığına uğramayız.
Sayın Erdoğan ve arkadaşına çağrımız şudur: Önce düşünme yetisin karartan öfkelerini dizginlesinler. Sonra da kendilerine karşı dava açma hakları doğan insanlarımızdan özür dilesinler ve sövgülerini çöp sepetine atarak bundan böyle kendilerini eleştirenlere ellerini dostça uzatıp, uygarca teşekkür etsinler.
Ve en önemlisi de ülkemizde iç barışı sağlasınlar.
Aslında barışı sağlamak, onların dünyaya ve topluma karşı“ÖZGÖREV”leridir (misyon).