Türkiye, hatta dünya nüfusunun çoğunluğu haklı olarak koronafobik olduk. Savaşlar oldu, bireysel olarak etkilenmediğimiz zaman savaşla ilgili haberleri başka bir dünyada oluyormuş gibi izledik. Çeşitli bulaşıcı hastalık salgınları oldu, önlemimizi alınca bize gelmeyeceğini düşündük. Ne var ki bu seferki salgın sanki buluttan nem kapıyor; her an herhangi birimize pat diye bulaşabilir. Bu korkuyla yaşamak insanları yıpratıyor.
Dünya açlığa, küresel ısınmaya, ekonomik bunalımlara, gencecik insanların öldüğü bölgesel savaşlara, mülteci sorununa hep duyarsız kaldı. Kimse kimseyi sevmeyi, düşünmeyi akıl edemedi. Korona sanki “insanlar, siz çok çığırınızdan çıktınız artık; haydi bakalım kendinize gelin” deniliyormuş gibi dünyaya çöktü. Bu salgının belki de olumlu bir sonucu olacak ve insanlar empati kurmayı, başkalarını sevip kollamayı öğrenecekler, sırf kendilerini korumak amacıyla bile olsa herkesin yararına önlemlere özen gösterecekler… Belki de biraz olsun bunu başardı bile; baksanıza yüzleşmeye korktuğumuz bu felaket birçoklarımızı evlerimize hapsetti ama hepimiz çalışmalarını sürdürmek zorunda olanlar, farklı insanlarla zorunlu olarak temas edenler, isimsiz kahraman sağlık görevlileri için kaygılanıyor ve üzülüyoruz.
Karmaşık duygular yaşıyorum, olağanüstü durumlar benim adrenalinimi yükseltir. Bir yanım tuhaf bir heyecan duyuyorum, yaşama heyecanı, kendime ve herkese karşı sevgi. Sanki vücudumdan binlerce kol çıksa hem kendi kendime hem yakınlarıma ve hatta herkese sarılabilsem, bu coşkumla insanlara güç verebilsem; diğer yanım kuşkular ve kaygılar içinde. Sosyal iletişim kanallarında, televizyonlarda sürekli korku senaryoları, önlemler, uyarılar benim yaşama sevincimi öldürmeye çalışıyor ama ben oralı olmuyorum.
Tüm bu uyarılara karşın bana, bize bir şey olmaz diye konuşanlar için, karantinadan kaçanlar, bu konuya gerektiğinin çok azı kadar bile duyarlı olmayanlar için üzülüyorum. Böylesi insancıklar kendileri ve toplum için virüsten daha zararlı olduklarını anlayamıyorlar, bilinç düzeyleri bunu anlamaya ne yazık ki yeterli değil. Cahil bırakılmaya mahkûm kılınmışlar, bilimsel verilerden çok dinsel güçlere sığınmaya koşullanmışlar.
Sürekli “yaşlılar ölecek” gibi bir hava yaratılıyor. Ne yapalım yani? 103 yaşında kurtulan kadın çok mu gençti. Yaşlıları uyarmak çok yerinde bir yaklaşım ama onlara, kendilerini potansiyel kurban gibi hissetirmek de haksızlık. Bu gidişle, bu internet yazışmaları, her başınızı çevirdiğinizde gördüğünüz korku senaryoları yüzünden korona bitince hastanelerin psikiyatri bölümlerinin önünde uzun kuyruklar olacak gibi duruyor.
Bu kritik günleri sağlıkla atlatmamızı dilerim. Şimdi yine yemek tarifi, ekşili et:
Bir bütün kuzu budu, üç adet limonun suyu, bir dolu çorba kaşığı bal, karabiber. Kuzu budunun kemiğini kendiniz çıkarın ya da kasabınıza çıkarttırın. Üzerindeki yağları temizletin. Büyükçe bir tencerenin altına ayıklanmış olan kuzu yağlarını döşeyin. Eti üzerine yerleştirin ve çeşitli yerlerinden çatalla delin. Limon suyunu gezdirin ve karabiber serpin. Tencerenizin kapağını kapattıktan sonra etin suyu buharla kaçmasın diye ağzını hamurla sıvayarak kapatın. Ocağınızın küçük gözünde ateşi en kısık duruma getirerek pişirmeye bırakın. Yaklaşık beş, altı saat piştikten sonra kapağı açın birikmiş olan et ve limon suyuna bal karıştırın. Etinizi en harlı ocağınıza alıp et suyunu kaşıkla etin üstüne dökün. Su iyice koyulaşıp etin üstünde bir tabaka oluşturunca servise hazır demektir. Evde vakit geçirirken bir oyalanma olur belki.