Cevap net: “Bizim ülkemizde beş sene sonrasında neler olabileceğini öngörebilirsiniz ama burada beş dakika sonra ne olacağı belli değil. Sürprizlerle yaşamak hoşumuza gidiyor.”demişlerdi.
Yani hiç durmadan değişen bir gündemi var güzel yurdumun.
Üstelik bu gündem o kadar hızlı değişiyor ki; insan neyi fikredeceğini de bu fikrin yeşerttiği tohumlarla neyi zikredeceğini de şaşırıyor.
Yeni gündemimiz “Lâiklik!”
Hani duymuşsunuzdur;
Vaktiyle doğu illerimizden birinde, zorunlu çağırıldığı bir konferans çıkışı; muhabir, elindeki mikrofonu yaşlı bir amcaya uzatmış:
“Laiklik için siz ne diyeceksiniz efendim?”
Yaşlı amca ne bilsin “laiklik” nedir?
“Çok eyi bir şeydir, çook!” diye yapıştırmış cevabı.
Ama muhabir ısrarlı;
“Peki ne demek laiklik ne anlıyorsunuz?”
“Ne olacak oğlum” demiş yaşlı amca; “camiye giden camiye layıktır, meyhaneye giden meyhaneye”
Tabi bizim laiklik tartışmamız yaşlı amcanın gülümseten cevabı kadar basit açıklanmıyor.
Bir taraf; geçmişte dinini yaşamaya çalışan ‘mütedeyyin’ vatandaşlara yapılan zulümlerden kendine pay çıkararak ‘Siyonizm’ algısına çanak tutan ve ‘oradan beslenen’, ama adını ‘çağdaşlık’ koyduğu bir algıyla gösterdiği “irtica” sopasını sallayarak bağırıyor;
“Bu toplum geri kaldı. İslâm, bizi çağın gerisinde bıraktırdı. Dolayısıyla Türkiye ancak ‘laiklik’ yolu ile çağdaşlaşabilir.”
Öbür taraf ise, yaşanmışlık ve yüreğindeki can kırıklarından, bireysel tarihindeki enkazlardan yola çıkarak özgürlük naraları içinde laiklik kavramına “dinsizlik” yaftasını yapıştırıp işin içine dahi girmeden zihin konforunu bozmuyor.
Çünkü onun da bireysel ve toplumsal tarihinde “laiklik” adı altında kapatılan camiler, kilit vurulan Kur’an kursları, okunamayan kutsal metinler, Türkçe ibadet gibi hasar bırakan travmaları var.
Yani güzelim ülkemde hayatında Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserini bir kez dahi okumayan ama bangır bangır “Atatürkçü” olduğunu ve onu çok sevdiğini ilan eden bir kesim, “laiklik” naraları atarak “çağdaşlık” dersleri verip, “laiklikten” asla vazgeçilemeyeceğini haykırıyor.
Öbür tarafta ise, iman ettiği dinin emrettiği değerler bütününü kapsayan Kitabullah’ın kendi dilindeki anlamını bir kez dahi okumadığı için oradaki sevgiyi, merhameti ve adaleti sadece ‘kendinden olanlara, kendisi gibi düşünen ve yaşayan mahallesine’ yontan “dini bütün(!)” bir kesim var!
Evet, okumamış; çünkü okumadığını bizzat bu ülkenin din işlerinden sorumlu kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2015 yılı araştırması ortaya koyuyor. Zira bu araştırmaya göre yüzde 98’i Müslüman olduğunu iddia eden bu toplumda, tam yüzde 92’lik bir kesim hayatında bir kez “Kur’an Tercümesi” okumamış!
Riayetleri bırakıp, rivayetler üzerine bina edilen taklidi bir anlayış, ana baba veya etraftaki muhafazakâr kesimden elde edilen kulaktan dolma bilgilerin yaşama tahkik edildiği “Kültürel Müslümanlık!”
Bu apayrı bir yazı ve tartışma konusu olsa da beynim sormadan edemiyor;
Alemlere rahmet olanın 23 yıl gibi bir sürede ortaya çıkardığı o elmas gibi toplum yüzyıllar boyunca neden bir daha ortaya çık(a)madı!
Bugün Müslümanın kendi din kardeşinden aldığı canı, akıttığı kanı tüm İslam düşmanları bir araya gelseler yapabilirler mi?
Bugün dinsel terminolojinin hüküm sürdüğü onca İslam Coğrafyasında neden düşmanlık hâkim, neden kan ve barut kokusu dinmiyor, neden hemen her gün ağıtlar arşa yükseliyor ve sessiz çığlıkları arşı titreten annelerin gözleri iki resim karesine mahkûm bırakılıyor?
Bu mümbit dinin vazettiği “güzelin yarattığına çirkin muamele edilmez” anlayışından beslenen koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adaleti, bizler tarihin hangi sayfasında unuttuk?
Evet, uzun yürek ağrısı konular!
Biz asıl konumuza dönelim!
İnsan, tanımadığını nasıl sever bilmiyorum!
Ancak, bugün ne ‘çağdaşlık” algısı içinde Atatürk sevgisini ‘putlaştıran’ ve “laiklik” kavramını Atatürk’ün mirası olarak dayatıp elindeki irtica sopasını bırakmayan kesim Atatürk’ü çok iyi tanıyor; ne de dindar denen ‘muhafazakâr’ kesim,yukarda andığım gibi kendi kitabının emrettiği değerler manzumesinden tümüyle haberdar!
Doğal olarak buradan bir ‘anlaşma’ çıkmıyor ki, çıkmaz da!
Neden çıkmaz?
Çünkü; bir taraf, zihnine zerk edilen ‘çağdaşlık’ algısı ile,‘bilimle, teknoloji ile, okuma ile yaratamadığı’ ilerlemenin suçlusu olarak ‘dini’ ya da daha açık tabirle ‘İslâm’ı’ görüyor.
İçim acıyarak söylüyorum ama yüzyıllar öncesinden donup kalmış ve güncellenemeyen bir fıkıh, ezici bir çoğunluk ve gelenekçi bir anlayışla ‘İslâm’ olarak benimsendiği ve bu gelenekçi anlayışın yansıması diğer İslâm iddiası içindeki ülkelerde akan kanı, dökülen gözyaşlarını, arşa yükselen ağıtları aynı çağın göğsünden süt emerek yaşadığı için mevcut tablo korkusunu körüklüyor.
Diğer taraf ise yaklaşık bin küsur yıl boyunca 72 millete, dine, ırka mensup toplumu bir arada yaşama tecrübesi üretebilmiş; bununla dünyaya hükmedebilmiş bir toplumun, bunu ‘İslâmi’ anlayışa borçlu olduğunu savunarak ve muhatabına haklı bir edayla yakın geçmişte aldığı yaraları göstererek; “laiklik” kavramını “dine saldırı, inanca saygısızlık” olarak görüyor.
Hatta bir tık yukarı çıkıp “laiklik” kavramını “dinsizlik” olarak algılayan önemli bir kesim de yok değil toplumda.
Peki nedir yeni gündemimiz olan “Laiklik?”
Laiklik veya gerçek telaffuzu ile laisizm denen kavram; herhangi bir devletin yönetiminde dinsel ritüellerin veya dinsizliğin referans alınmamasını ve devletindin veya dinsizlik karşısında “tarafsız ve tepkisiz” olmasını savunan ilkedir.
Aslında bu tanımı anlayabilmek ve yapabilmek için dünya ve insanlık tarihine de ayrıntılı bakmak gerekiyor. Zira, bu kavrama baktığınızda “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak kısaca tabir edilen laiklik kavramının Batı menşei olduğu aşikâr.
Ancak bu noktada, yaygın hukuki kanaate göre “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” konusuna da açıklık getirmek gerekiyor.
“Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” demek;“devlet, bir dine inanıp inanmama meselesini özel bir problem sayar, fertlerinin sadece maddi yönüyle ilgilenir, kendisi devlet olarak hiçbir dini taşımaz, hiçbir dini ayine iştirak etmez, fakat fertlerin her türlü dini serbestliklerini kabul eder” anlamındadır.
Yani bu anlayışta devlet, dini esaslara dayanan kanunlar yapamayacağı gibi, bütün dinlere eşit mesafede durur ve hiçbir şekilde dinlerin ibadet hüküm ve kurallarına müdahale edemez. Bununla birlikte din adına devlet düzenini bozacak davranışları önlemekle yükümlüdür.
Bu noktadan baktığınızda ise devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, toplumsal ilişkiler açısından üç özellik gösterir:
Ya devlet dine bağlıdır (teokrasi);
Ya din devlete bağlıdır (imparatorluk);
Ya da ikisi de özerktir (demokrasi).
Peki “laiklik” nasıl ortaya çıktı?
Bu kavramın ortaya çıktığı yer; ısrarla Fransa olarak gösterilse de tarihsel kaynaklar bu kavramın kökünün Rönesans Dönemi’nde başlayan aydınlanmaya kadar uzandığını gösteriyor. Zira, laikliğin felsefi temelleri; Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile bu akım düşünürlerinin eserlerinden besleniyor.
Ancak, Batı’da laikliğin uzun, uzun olduğu kadar da ‘kanlı bir tarihi’ var. Yaklaşık iki buçuk asır süren bu ‘kanlı’ tarihin kökeninde de tahmin edebileceğiniz gibi ‘inançsal’ çatışmalar var.
Çünkü batı toplumlarının, modernlik dediği “tabiata hükmetme” sürecinde takındığı seküler anlayışta devlet işlerine müdahale eden, hatta çoğu kez bu işlerin bizzat içinde bulunan bir “din hegamonyası” vardı ve Kilise Hıristiyanlığı, insan iradesini yok sayıyor, insanın özgürlüğünü ipotek altına alıyordu.
Kısaca özetlemek gerekirse Rönesans hareketlerinin de varlığına annelik yapan bu baskıcı dinsel anlayış, aynı zamanda laikliğin çıkışına da meydan hazırlamıştır! Yani laiklik bir anlamda dinsel baskının devlet işlerindeki varlığını ortadan kaldırmak için ortaya çıkmıştır.
Peki bence “laiklik” nedir?
Sizi bilmem ama benim zihnimden kalbime damlayan, aklımla kalbimin buluştuğu noktada “laiklik” tanımımı çağlar ötesinden ilmin kapısı Hz Ali(ra) çok güzel özetlemiş; “devletin dini adalettir” diye! Zira, benim penceremde “laiklik” dediğiniz kurum, tam da bu cümlenin ete kemiğe bürünmüş hali ve bugünkü anlamıdır!
Neden?
Çünkü; devlet dediğimiz kurumlar bütünü, herhangi bir inancı, yaşam biçimini, değerleri yok saymak ya da dayatmak ile değil; tam aksine vatandaş tüm bunları özgürce yaşayabilsin diye vardır, olmalıdır.
Ancak pek tabi ki, ağacın köklerini korumak, milli ve manevi dinamikleri mutlak surette “namus” bilmek şartıyla! Zira, kendi geçmişinden ve onu besleyen manevi dinamiklerden kopuk tepeden inme bir anlayış, hem geçmişle gelecek arasındaki bağı kesecek, hem de takdir edersiniz ki kökü olmayan ağaç göklere yüksel(e)meyecektir.
Yanisi, evet “laiklik” olmalı ve korunmalıdır.
Ama bu ne seküler kesimin pompaladığı “irtica korkusu” ile gücü eline geçirdiğinde muhafazakâr kesimin inancını, yaşam biçimini, değerlerini gasp etmek ve amacına ulaşmak için tezgahlar kurmakla olur, ne de muhafazakâr kesimin kanayan yerlerini göstererek bir “intikam” duygusu içinde tüm toplumu “dindar(!)” yapmalıyım anlayışı ile hayat bulur!
Çünkü din, kişiye bizzat O’nu Yaratan kudretin teklif ettiği ama bu teklifte zorlamadığı ve seçimi verdiği hür iradesine bıraktığı bir yaşam biçimidir.
Kişi, bunu yaşayıp yaşamamakta bizzat Yaratıcısı tarafından özgür bırakılmış ve dinsel terminolojide anılan “cennet ve cehennem” kavramları da bu özgürlük ve seçimin sonucu olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla buna hiç kimsenin bir dayatması veya engellemesi olmamalıdır.
Yapılması gereken şey; bu konuda gerekli eğitimin verilmesi,doğru ile yanlışın “vicdan köklerinin” beslenerek öğretilmesi, geri kalan kısmın ise kişinin hür iradesine bırakılması ve bu hür iradenin hayata yansıma özgürlüğünün de bizzat devlet tarafından teminat altına alınmasıdır.
Bunu yapmadığınız, yapamadığınız takdirde veya baskıcı bir anlayışla hareket edip ısrarla din kavramını, dinsel ritüelleri dikte etmeye veya engellemeye çalıştığınız takdirde muhatabınızın size gücü yetiyorsa düşman, gücü yetmiyorsa ise münafık üretirsiniz.
Bugün “din yorgunu” gençlerin, söylem ve eylemleri birbirini yalanlayan; dedesi gibi düşünüp çağın gerektirdiği gibi yaşayan; inancı ve dinamikleri ile çağa şekil vermek yerine çağın şeklini alan büyüklerine bakarak ısrarla dinden soğumaları ve göz ardı edilemeyecek bir hızla “izm”likavramlara sapmalarının altında başkaca sebep aramak dakanımca beyhudedir!
Yazının bütününü esas alıp bu açıklamalar ışığında baktığınızda, ilerleme ve çağdaşlaşmanın önünde geleneksel anlayışı “İslam” zannedip, elinden “irtica” sopasını bırakmayan seküler kesim, suyun membaındaki İslam’ı kesinlikle bilmemektedir.
Ancak!
Laiklik kavramını yaşatılan zulümlerden, aldığı yaralardan kaynaklı “dinsizlik” yaftası ile etiketleyen “muhafazakâr” kesim ise; bu “bilinmeyeni” anlatamadığı, yaşamadığı, yaşatamadığı için ağır bir vebal altındadır ki, onun zaten en asli görevi bu şifa kaynağı suyun tadını başka bir yüreğe daha tattırabilmek, onun yüreğini fethedebilmektir!
Bitirirken ısrarla belirtmeliyim ki İslam, çağa ayak uydurmakta, seküler kesimin papağan gibi tekrar ettiği “çağdaşlaşmaya” asla bir engel değildir!
Çünkü sorun; İslam’ın, hayatın atar damarlarında atması gereken ve koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adalet üzerine bina ettiği; hedef olarak “darüsselam” adı altında işaret ettiği bu dünyadaki cennetin her zaman ve mekânda inşasını yaşam tarzı olarak sunduğu hayatta değil;
Bunu bahşedilen onca imkana rağmen gerçekleştiremeyen,yaşadığı çağa inancının işaret ettiği dinamiklere sarılarak şekil vermek yerine; bu çağın kirini, pasını üzerine bulaştırıp çağın şeklini alan Müslümanlardadır!
Farkı fark edebilme ve bu farkı yüreklerimize dert edebilme temennisiyle!