MUHAMMET RIDVAN SADIKOĞLU YAZDI: ALLAH SANAL ALEMİN DE RABBİDİR

MUHAMMET RIDVAN SADIKOĞLU YAZDI: ALLAH SANAL ALEMİN DE RABBİDİR

Bazıları elimizdeki imkânları ısrarla birer nimet olarak görmek ve göstermek istese de benim zannımca imkânlarımız, bugün yazık ki elimizde birer imtihan vesilesine dönüşmüş durumda. Zira biz varlık imtihanını kaybetmiş fertler olarak, sunulan imkânlarla adım adım bize kodlanan değer ve dinamiklerimizden hızla uzaklaşıyor ve bunun bedeli olarak da zihinsel bir köksüzlük yaşıyoruz.

Evet, zihinsel bir köksüzlük yaşıyoruz.

Çünkü kendi ibadetlerimizi, ritüellerimizi, inanç yorumlarımızı bir başkasına ısrarla dayatmaya kalkışıyor olsak da ait olduğumuz bu inancın bizi ne kadar terbiye ettiği, ruh köklerimizi ne kadar beslediği, bunların karakter ve kişiliğimize ne kadar yansıdığı en büyük sorunlarımızdan biri bugün!

Zira hemen herkesin kafasında toplumsal konumuna, yaşına, fikir ve ideolojisine uygun kesin ve değişmez yargılar var ve bu yargılar hayatın içinde yeni bir durum ortaya çıktığında ya da yeni bir söz söylendiğinde neredeyse bütün zihinler aynı anda harekete geçiyor, olan biteni eğip bükerek kendi yargısına uygun bir hale getiriyor.

Misal; geçen hafta algı krallığının tahtında oturan medya krallığının servisi ile bir evladımızın yürek burkan intiharını okuduk.

Videoyu izleyince kalbim mahzun, gözlerim nemli, kalakaldım öylece!

Bu sancıyla savaşırken; hemen her kesim, o gencecik çocuğun üzerindeki parmak izlerimizi silmek, geride bıraktığımız kayıp neslimizin suçunu aklamak için olsa gerek, böylesi bir acıyı dahi kendi yargısına uygun bir hale getirmek için, bu acının üzerinde tepinmeye başladı.

Bu tabloyu görünce bir kez daha anladım ki; biz, az buçuk görüp çok buçuk hükümler veren, birkaç satır okuyup ciltler dolusu konuşan, yüzde bire ulaşmadan yüzde yüzü infaz eden bir toplumuz artık!

Lakin bu realite, ne Enes’imizin yüreğimizde yaktığı ateşe karşılık kendini karşı cenahın değerlerine saldırarak aklamaya çalışan İslami oluşumları(!) aklıyor; ne de bu toplumun hikmetinden nefeslendiği Anadolu Medeniyetinin ontolojisini besleyen ve manevi orduları olan tarikat kurumuna saldırmayı mubah gösteriyor.

İki taraf da “ahlâki bir körlük içinde” yanlış yapıyor.

Zira kutsallığı kamusal vicdanda kabul edilmiş tarikat benzeri kurumların bu toplumun “kutsal” algısını zehirlemek ve bu toplumun ‘kutsal’ algısını uyguladıkları baskı ile “anarşiye kurban etmek” gibi bir lüksleri yok.

Ancak öte taraftan her gün hikmetinden (ç)alarak gönül coğrafyalarımızda huzur estiren ve bu huzurla sosyal medya sayfalarımızı süslediğimiz hemen tüm sözlerin de tarikat edebiyle soluklananların yürek teri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bugün bu yapılanmalarda “denetimsizlik” nedeniyle yaşanan “ahlâki zehirlenmeler” ve somurtkan dil, bu gerçeği değiştirmez.

Ayrıca sahtenin sahteliği, hakikinin yanında ortaya çıkar. Bugün hala hamdolsun aramızda var olan aksakallı dedelerimizin, nur yüzlü ninelerimizin, abdestsiz hamura dokunmayan analarımızın yanında solukladığımız ve “evet bu” dediğimiz huzurun sebebi, “eskilerin” tarikat edebidir.

Bir ikinci husus!

Toplumun kaderine yön veren ve toplumsal vicdanda “kahraman” olarak kabul edilen insanların yaşamlarını okudukça; fark edilen her hata, yanlış, musibet ve acının, bunları yaşayan kişi veya toplumlar için muhteşem birer “öğretmen” olduğunu görüyorum.

Yüreğimize ateş düşüren Enes’imizin durumunu da böyle okumak gerekiyor.

Ancak, acısının üzerinden tepinmek hatta yetinmeyip bu ateşin asıl düştüğü yer olan aile ocağına sırf “zikir, fikir ve yaşam biçimimize uymuyor” diye dil ile saldırmak, onların mahremiyetini ihlal etmek; bu olay nedeniyle belli kurum ve adresleri hedef göstermek, olsa olsa toplumda karanlığın siyahını artırmak için can atan gaflet ehlinin işidir.

Zira eskiler, “bir şeyi ne kadar küçük bölersen böl, her şeyin daima iki yüzü vardır” demişlerdir.

İrfan kokan bu hikmeti kendimize rehber edinerek;

Tez elden bu yapı ve kurumları sıkı bir denetimden geçirmek; bu toplumun ontolojisi ve ortak paydası olan kutsalların, itibar kaybına sebep olan ve bu kutsalları “itici” din anlayışlarına kurban ederek toplumsal vicdanı kanatanları cezalandırmak, devlet kurumlarının kamusal vicdana borcu ve mükellefiyetidir.

Aile ve toplum boyutunda ise alınması gereken ders; terbiyenin baskı unsuru değil, hâl dili ile yaşanabileceği, yaşayarak öğretilebileceği gerçeğidir.

Vicdanlı ve farkında bir nesil yetiştirmek gayesi de olsa, hiç kimsenin hiç kimse üzerinde hele de “dinsel” anlamda onun kutsallık sahasına tecavüz etmek gibi bir hukuku olamaz.

Çünkü ısrarla anıyorum;

Bir yaşam biçimi olan din, yaratan kudretin yarattığı varlığa insanlığını sabit kılması için “ısrarı değil, teklifidir.”

Kişi, zaten akli baliğ olduktan sonra bunu fikir ve vicdan hürriyeti içinde kendisi seçebilecek irade ve donanıma sahip bir şekilde yaratılmıştır. Zorla sevdirmek ise, ilahi tabiata ve dolayısıyla onun yarattığı insanın tabiatın aykırıdır.

Kabul edip görmek istemesek de bugün evlatlarımız, bizim dilimizle halimiz arasındaki farkın, dilimizdeki inancın yaşamda hayat bulamıyor oluşunun bedelini ödemektedir.

Fark edilmesi gereken şey; verilmesi istenen manevi eğitimin kurumlar eli ile değil, aile eliyle verilecek olması gerçeğidir ki bu da dayatma ile değil örnek olma suretinde yaşama döner.

İşte biz bunu başaramıyoruz!

Zira bakın bugünkü genel halimize;

Dünya yolsuzluk endeksinde en az yolsuzluk yapan ilk elli beş ülke arasında bir tane Müslüman ülke yok! Garip bir şekilde insanların dindarlığı arttıkça toplumda ahlâki körlük yoğunlaştı. Bugün özellikle kendini dindar veya muhafazakâr olarak tanımlayan kesim (samimi olanları tenzih etmekle beraber) cennetperest bir algıyla yeryüzünü başkalarına cehennem ederek cennet hayalleri kuruyor. Mutlaka “kucaklayın ve yumuşak davranın” diyen ilahi öğretilere rağmen dindar kimliğin bugünkü sığlığı ve kurtulmuşluk vehmi içinde ötekini dışlama tavrı toplumun tamamında endişe verici boyutlarda.

Çünkü çirkinden söz ederek güzelleşemeyeceğimizi bile bile, önceliklerimiz değiştiği için birbirimizi üzmekle, yormakla, yıpratmakla ve yazık ki yıkmakla meşgul oluyor; muhatabımızdan anlayış bekliyor ama aynısını her ne hikmetse biz gösteremiyoruz!

Bu yüzden de bu konunun ciddi bir şekilde sorgulanması, mevcut ahlaki dejenerasyonun tespit edilmesi ve kelime-i şehadet getirmekle ahlâk kavramını bedava bir yazılımmış gibi görenlerin bir öz okuma yapması gerek!

Zira zannımca bugünkü ahlaki körlüğün temelinde; bir inanç davasına sahip olmak değil, o davaya ait olamamanın sancısı var ve inancımız, inandırıcılığı yitirince ortada dava falan da kalmıyor!

Son yüz yıllık tarihimizde belki de iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdakiler hariç olmak üzere, dünün dindarlarının belki ilim gibi bir imkânları olmadı ama okuma yazmasız o irfan dahi bugün gönül coğrafyalarımızı besliyor ise ve bugün dağ başında okuma yazma bilmeyen bir çobanın gözündeki yaşın, yüreğindeki ateşin samimiyeti ömrünü ilme adamış İlahiyat profesörümüzde yoksa “inandırıcılığımızı” sorgulamamız gerekiyor.

Bu sorguya içtenlikle ihtiyacımız var çünkü, kabul etmek zor gelse de bugünkü Müslüman zihin, ahlâkının varisi olduğu Önderi’nin(sav) “emin” vasfını yitirmiş, “ağırlıklarınızdan kurtulup öyle gelin” ilahi ikazına rağmen O(sav)’nun en önemli özellikleri olan merhamet ve istişare ahlâkının üzerini, zihin ve yaşam konforu için feda etmekten çekinmemiştir.

Dünyevileşme tehlikesi, belki o okuma yazma bilmeyen irfan sahiplerinin kapısının önünde idi ama; aynı tehlike bugün hanemizin içine kadar girmiş durumda. Bizim ise ne evimizin kapısı kilit tutuyor ne de kendimizi haz, hız ve ayartıcı güçlerin tutsaklığından kurtarabiliyoruz.

Eskilerin acı ve ölümleri; onları birbirine yaklaştırıyor, küskünlüklerini gideriyor, husumetlerini engelliyor ve toplumsal kaynaşmalarına yardım ediyorken; bugün bizim için tam aksine her acı veya ölüm, bizi “öteki” ilan ettiklerimizden uzaklaştırıyor, aramızdaki uçurumu derinleştiriyor, aynılarımızı azaltıp ayrılarımızı çoğaltıyor ve en acısı da birbirimize olan nefretimizi pekiştiriyor.

Ortak hassasiyetlerimiz, asgari müştereklerimiz, bizi biz yapan aynılarımız, kutsal bildiğimiz ortak paydalarımız bizi birbirimize yakınlaştırması gerekirken; ötekinin acısı üzerinde tepinme ve onu kullanışlı bir nesne haline getirip muhatabımızı dövme neredeyse rutinimiz haline geldi.

Evet; milli hafızaya, korkunç düşmanlara, inanılmaz kayıplara ve yorucu bir yokluğa rağmen göremiyoruz ama kendi kendimize “öteki” yaratarak ortaya koyduğumuz haset ateşi, muhatap kim olursa olsun evvela sahibini yakıyor.

Oysa tarih ve güncel şahittir ki, toplumun her kesiminde ayrıyı azaltan aynıyı çoğaltan bağlar, yürek ülkelerince beslenmedikçe; insanlık ideali olarak sunulan kardeşlik tesis edilemeyecek, toplumun ihtiyacı olan muhabbet dirilmeyecek ve o toplumun anlam haritaları tanımlayamayacak, başkaları tarafından tanımlanacaktır.

İşte bu yüzdendir ki bugün toplum olarak arkamızı kollamaktan önümüze bakmaya fırsat bulamıyor; (başta kendi zavallı nefsim) hemen herkesin ismiyle isimsiz, kimliğiyle kimliksiz, sözüyle sözsüz, yönüyle yönsüz kılındığı; anlam değirmeninin onca işlevine rağmen bir katma değer üretemediği ve kelimelerin boşluğu dövdüğü bu acayip zaman diliminde insanın kendisiyle yüzleşmesinin giderek zorlaştığını içimiz acıyarak görüyoruz.

Bu yüzdendir ki, samimiyetini kaybetmiş sözlerimiz; kötülüğün açtığı yaralara şifa olamıyor, tutuşmakta olan yangınları söndüremiyor, susamış gönüllere bir serinlik getiremiyor; daralan gönüllere bir genişlik sunamıyor, gafletle uyuyan zihinlere bir uyanıklık veremiyor. İstediğimiz kadar yazıp çizelim eğriyi doğruyla, çirkini güzelle değiştiremiyor; tarumar olanı tamir edemiyor, isyana kalkışana sükûnet aşılayamıyor; düşeni düştüğü yerden tutup kaldıramıyor ve yazık ki kanadı kırılanın kanadı olamıyor.

Bu durumun sebebi olarak kafanızda nasıl bir cevap var bilmiyorum ama bence iyileşmeye, iyileştirmeye, güzelleştirmeye, durmaya, durulmaya “ötekini” bırakıp ilkin kendimizden “başlamıyor oluşumuz” en önemli etken.

Zira kadim öğretilerimiz bize kişinin, çevresindeki dünyayı diriltmeye girişmeden önce, kendisinin dirilmesi gerektiğini, kendisini fethetmeyi başarabilen kişinin dünyayı fethedebilecek güç ve inanca ulaşabileceğini fısıldıyor.

Uzun yaşarsa kötülüklere mağlup olmaktan, kısa yaşarsa yeterince iyilik yapamamaktan korkan ceddimizin izince kalbî bir besmeleyle yeni bir hayata, yeni bir başlangıca niyet edebilir miyiz bilmiyorum; ama özellikle de bugün kendi doğrularını parlatmakla meşgul ve cenneti başkalarının alkışından ibaret sanan nefsimiz, kendini aklamak için “hep başkalarının arkasına saklandığı sürece” bu çok zor, hatta imkânsız görünüyor.

Çünkü herkesin tüm hayatını otomatiğe bağladığı, rutin alışverişini, kes yapıştır fikirlerini, aşırılmış duygularını, iliştirilmiş tepkilerini, giydirilmiş beğenilerini, kendine hayranlığını besleyip büyüttüğü; yetinmeyip bunu bütün dünyaya pazarlamaya çalıştığı ve bu tablonun bize “yeni insan” olarak pazarlandığı günümüzde; kendi kurguladığımız, kilitlerini kendi ellerimizde dipsiz kuyuya attığımız bir ortamda mahpus kalmış durumdayız.

Çünkü hemen her türlü acayip fikrin, her türlü desteksiz atışın, üslupsuzluğun, nezaketsizliğin kendine yer bulabildiği, her türlü saçmalığın prim yapabildiği, iyi kötü sahip olduğumuz her türlü anlamın bozuk para gibi harcandığı “yeni dünyaya” uyum sağlayarak nefislerimiz hoşça vakit geçirsin, egolarımız şişsin, her birimiz harika hissetsin istiyoruz!

Özellikle de bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu verilerle adeta bir madde bağımlısı gibi her on beş dakikada bir kontrol ettiğimiz, elimize yapışık ekranlardan, istiyoruz ki; herkes bize bayılsın, herkes bizi iliklerimize kadar merak etsin; hiç kimse gözünü, kulağını, ilgisini, merakını, hayranlığını bizden alamasın!

İstiyoruz ki, hayat dediğimiz yolculuk sadece bizim “seyredildiğimiz, beğenildiğimiz, pohpohlandığımız, tıklandığımız” bir film olsun ve herkes bizi seyretsin, ama bu seyrin on dakika molası bile olmasın!

Kabul edip görmek istemesek de her birimize birer taht vadeden bu asılsız krallığın, hepimiz müptelası ve gönüllü kölesiyiz artık.

Ancak hepimiz biliyoruz ki; bu zihinsel köksüzlük, bu idraksizlik, bu kalbî körleşme, bu fikir daralması, bu tek boyutluluk, bu zihnî ve duygusal tembellik hali; şüphe yok ki bugünün insanının görünüşte zengin ve kalabalık, özünde yoksul ve yoksun hayatının en gerçek sebebidir.

Çünkü kim olduğumuza bir başkasının karar vermesini istiyor; muktedirlerin toplum mühendisleri aracılığı ile bizleri yoğurmasına izin veriyor; hayatımızı, vaktimizi, bedenimizi, zihnimizi ve kalbimizi ne ile meşgul edeceğimizi söylemelerinin kapısını aralıyoruz.

Peki nerde kaybettik?

Anımsıyorum bir yazımda şuurumuzu köreltip bilincimizi esir aldılar demiştim.

Çünkü elimizi kolumuzu bağlayan, aklımızdan geçen nice güzel şeyi yapmaya güç yetirmemize engel olan tek şey bu şuursuzluk hali.

Bence insanlık tarihinde şu ana kadar görülmemiş ve sadece bu zamana özgü, anlaşılması imkânsız bir yılgınlık içinde, vuruşmayı hiç göze alamadığımız bir savaşın baştan kaybedenleriyiz.

Bilincimiz o kadar körelmiş ki dilimizle söylediklerimizle parmak uçlarımıza söylettiklerimiz arasında bir fark varmış veya dilimizi tutup parmaklarımızı serbest bıraktığımızda kelimeler aleyhimize şahitlik etmezmiş gibi bir algı yanılması içinde dil konuşunca kabahatli oluyor da klavyeler ve ekranlar günahtan berî sanıyoruz?

İçimizden bir gönül eri çıkıp da “Allah, sanal alemin de Rabbidir!” diyemiyor!

Bu sanrıyla olsa gerek ki bugün hemen her birimiz kendimizi hayatın birer yargıç gibi hissetmeye başladık ve sürekli birilerine, bir şeylere dair yargılarda bulunuyor, başka insanları, başkalarının davranışlarını, başkalarının hayatlarını cezalandırıp duruyoruz. Sanki ne kadar çok insanı etiketleyip mahkûm edersek; onlara yapıştırdığımız kötülük, eksiklik ve bozulmuşluklardan o kadar temizleneceğiz.

Evet, görüyorum ve farkındayım!

Hemen her köşe başında ilgi ticaretinin yapıldığı; bu yüzden de herkesin kendisini görünür kılmak için ihtirasla vitrine çıkmak istediği garip bir çağa denk geldi ömrümüz.

Çağın modern(!) aklıyla kurulan her kişisel vitrinin etrafındaki birkaç kişinin alkış ve tezahüratlarıyla dünyanın yıkıldığına, cennetin bu alkışlardan ibaret olduğuna ve herkesin bize hayran olduğuna inandırdılar çünkü bizi.

Yetinmediler!

Bizi bulunduğumuz her ortamın güneşi olduğumuza inandırıp ışık kaynağı olduğumuzu, biz olmazsak dünyanın kararacağı fikrini empoze ettiler zihinlerimize.

Bu algıyla çağımız insanının kendini ispat ve beğendirme telaşıyla içine düştüğü bu eziklik girdabına akleden bir kalple bakın lütfen;

İnsanların kendi değerlerini takipçi sayılarıyla ölçmeye çalıştığı, güne birkaç takipçi kaybıyla uyananın adeta hayatının kaydığı acayip bir zamanın göğsünden süt emiyoruz.

Sizi bilmiyorum ama dünya hayatının “geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey olmadığını” ısrarla benliğimize fısıldayan ilahi hitaba rağmen yaşı yetmişe dayanmış olanların dahi “yaşlanmayı geciktirici çareler” peşinde koşarak gelecek planları yapabildiği bu ihtirasın girdabında boğulanları ben anlayamıyorum.

Bu yüzden olsa gerek, bu kadim coğrafyanın derin bilincini işaret eden ‘halk irfanı’nı özlüyorum sanırım.

Zira biliyorum ki bu kirli çağ, artık namaz ve orucu neyi bozduğunu sorgulamanın çağı değil; yalanın, gıybetin, iftiranın, fesadın, hasedin, kindarlığın, bozgunculuğun, gammazlığın, madrabazlığın, laf taşımanın, ona buna çakmanın, şunu bunu yargılamanın, ötekine berikine kötü sıfatlar takmanın insanlığımızı ne kadar bozduğunu sorgulamanın ve bu sorguyu yüreğine yük etmenin çağı.

Çünkü hepimiz beşer olarak doğuyoruz; fikir ayrılıklarımız, tartışmalarımız, hatta zaman zaman gerilimlerimiz olsa da yürüdüğümüz onca yol, çektiğimiz onca çile, geçtiğimiz onca imtihan, gösterdiğimiz onca gayret, son nefesimizi 'insan' olarak verebilmek için!

Belki de bu yüzden “insan” denen en büyük kutsalı ötekileştirmeden kıblem bilerek hemen her satırımda her ne olursa olsun iyi olmak, iyilikte kalmak zorunda olduğumuzu; iyilerin, iyiliklerin, “iyikilerin” sayısını bıkıp usanmadan arttırmak borcunda olduğumuzu; kötülüğün haince kışkırtmalarına rağmen iyilikte ısrar etmek, iyiliğe sımsıkı sarılmayı yüreğimize yük etmemiz gerektiğini; iyiliğe kötülük bulaşmasına mâni olmak zorunda olduğumuzu ısrarla haykırıyorum.

Peki çözüm ne ve biz bu karambolden nasıl kurtulacağız?

Mensubiyet bağlarımızın, mesuliyet ve mahcubiyet duygumuzun her şart ve ortamda korunması için sırtını karanlığa dayayan insanlar olmaktan, bu insanlarla bulunmaktan, bu tür ortamlarda nefes almaktan vazgeçmek gerekiyor sanırım.

Çünkü bu tür ortamlar; hırs, nefret, ihtiras ve kıskançlıklardan beslenen; insanın çabasını, hamlesini, amaç ve fedakarlığını sıfırla çarpan; geçmişi karanlık ve sabıka defteri kabarık ortamlar!

İşte bu yüzden fark etmeliyiz ki, bugün sosyal medya hesaplarımız imkân olduğu kadar da imtihandır. Zira bıçak cerrahta şifaya, katilde ise cinayet aletine dönüşür.

Bize bugün düşen en büyük görev, kötülüğü iyilikle savmaktır.

Farkındalık temennisiyle!

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Güncel Haberleri