Gerçi leylekler göç etti. Ama bugünlerde fazla gezintiye çıkıyorum. Bu yazıyı da havada Karadeniz hattına giderken yazıyorum. Mevsim tam kışa vurmadan sonbaharın son sarı yapraklarının sanatsal fonlarını görelim. Epeydir yerimize çakılı kalıp son günlerde yurdun değişik yörelerine gidince toplumun nabzını daha yakından görüp toplumsal gündemi de yakalayabilme imkanı buluyorsunuz.
Oturduğunuz yerden ahkam kesmek kolay. Fakat dünya ve bölge gündemi ile milletin ve devletin gündemi doğru yakalamak önemli. Madem ki elimizde ki kalem emanet. Bu emanetin sorumluluğu var. Hem doğru okuyup hem de doğru ve gerçeklere ışık tutmak gerek. İşimiz ne işi bitmiş doğrularla oyalanmak ne de milleti saman alevi gibi konularla uğraştırmak.
Gerçekten tarihi günler yaşıyoruz. Gerçekten varlık-yokluk mücadelesi veriyoruz. Gerçekten uyanmamız gereken bir dönemdeyiz. Gerçekten gelecek bin yılları etkileyecek gelişmeler ile karşı karşıyayız. Bu nedenle zaman uyku zamanı, zaman rehavet zamanı, zaman sarhoşluk zamanı değil. Zaman yüz yıllardır daldığımız uykudan uyanma, düştüğümüz gafletten ayılma, zihinlerimizi esir alan hayal aleminin esaretinden kurtarma zamanıdır.
Bu toprakların sahipleri yüz yıllardır gücü dolayısıyla değil düşmanlarının çokluğu ve bu düşmanlarının arasındaki savaşların dengesi ile ayakta kalmaktadır. Maalesef 1453’te İstanbul’un fethi ile şereflendiğimiz günden beri zafer sarhoşluğuna kapıldık. O müjdelenmiş komutanı o müjdelenmiş milletin gelecek nesilleri o kutlu fethin sırrını idrak edemedi. Gelen bu fetihle elde edilen zaferlerin mirasını yedik bugünlere kadar.
Oysa o kutlu komutanı ve kutlu milleti zafere götüren ne toptu ne silahtı. Top-tüfek neticedir. O kutlu komutanı zafere götüren tekniktir, teknolojidir, ilimdir irfandır. Zaferler savaş meydanına inmeden kazanılır. Savaş meydanında zafer kazanan olmaz. Savaş sonuçtur çünkü. Sonucun adıdır.
Bugünlerde hem Birinci Dünya Savaşını hem Kurtuluş Savaşını, hem Kıbrıs Çıkartmasını hem de günümüzde Suriye dolayısıyla yapmak zorunda olduğumuz Fırat Kalkanını, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatlarının ne manaya geldiğini irdelemeye çalışıyorum. Benzerliklerini ve farklılıklarını okumaya gayret ediyorum.
İnsanın yaşamadığı mekanlar veya dönemler ya anlatıldığı gibi anlaşılır ya da algılanması istendiği gibi. Yaşadığı dönem ve yaşadığı mekanlarda olup bitenleri ise hayatını direk ilgilendirmiyor veya şok etkisi yapmıyor ise normal hayat düzeni içinde algılar. Yaşanılan dönemin önemini gerektiği gibi idrak edemez. Öylede oluyor günümüzde. Suriye’de yerinden yurdundan edilen 8 milyondan fazla insanın halini bugün kim anlayabilir? Yüzyıl önce atalarının yaşadığı durumun aynısıdır oysa. Ama atalarının yaşadıklarını unutup 3 nesil geçmeden benzeri durumu yaşayanların halinden anlayan olmaz.
Oysa yüz yıl önce yaşanan hem Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın kopyasıdır bugün yaşananlar. Birinci Dünya Savaşında her gün cephe savaşı olmadı. Kurtuluş Savaşında her gün siper savaşı vermedik. Cephe savaşı yaptığımız sayılıdır. Fakat müthiş taktik savaşları, müthiş istihbarat savaşları müthiş algı savaşları yapıldı. Tıpkı bugün olduğu gibi. Kurtuluş Savaşın’da cephe savaşlarımızın sayısı 4 yıllık zaman diliminde bellidir. 1. ve 2. İnönü, Sakarya ve Büyük Taarruz Savaşlarıdır.
Son 3 yıl içinde yaşadığımız harekatların hiç biri Kurtuluş Savaşı cephelerini aratmayacak boyutta. Kıbrıs’ı hiç saymıyorum bile.
Bu nedenle yaşadığımız dönemin önemi tamı tamına yüz yıl sonra benzeri bir durumdan kaynaklanmaktadır. Toplum olarak, millet olarak, bu toprakların üzerinde yaşayan sahipleri olarak hiç bir etnik yapıyı ötelemeden her birini evlat ve kardeş samimiyeti ile kucaklamanın aramıza ekilen fitne tohumlarını kurutmanın zamanıdır. Su uyumaz, düşman hiç uyumaz. Fakat uyanmış Anadolu topraklarının insanlarını bundan böyle hiç kimse uyutamaz.
Cuma’nın hayrı üzerinize olsun.