Gözünüzün önüne, bir okul bahçesi getirin. Öğretmen, üç öğrencisini ortaya alıp serbest yürümelerini istiyor. Yan yana serbest yürüyen öğrenciler, bir süre sonra asker yürüyüşüne geçiyorlar. Diğer öğrenciler ise el çırparak tempo tutuyorlar.
Öğretmen, yürüyen öğrencilerini durdurup, niçin başladıkları gibi yürümediklerini ve birbirlerine uyum sağladıklarını soruyor. Cevap yok. Buna gülen diğer öğrencilere dönüp şöyle diyor: “Ben farklı yürürdüm diye düşünen varsa soruyorum: Niye tempo tuttunuz?”
Bu deneyi, başkalarının karşısında inançları korumanın ne kadar zor olduğunu anlatmak için yaptırdığını söyleyen öğretmen John Keating, Albert Frost’un sözünü tekrar ediyor:
“Ormanda yol, ikiye ayrıldı. Ben, az kullanılanı seçtim. Bu, hayâtımdaki bütün farkı yarattı.”
………
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk göreve başladığı zaman Ölü Ozanlar Derneği’ni bildiğini tahmin ettiğimden, “John Keating olmaya var mısınız?” diye sormuştum. Nitekim geçtiğimiz günlerde Tokat’ta, yukarıda anlattığım sahneyle birebir uyuşan şu cümleleri söyledi:
“Anne babalara özellikle vurgulamak isterim. Nasıl parmak izimiz sıra dışıysa bütün çocuklarımız da sıradışıdır ve kendilerine özgü bir müfredatı hak ederler. Her çocuğun müfredatı kendi içinde saklıdır ve bizim için aslolan vazife, çocuğun yaradılışta sâhip olduğu bu müfredatı açığa çıkarmaktır."
Ziya Selçuk’a, tam bir “çocuğun içindeki müfredatı ortaya çıkarma” hikâyesi anlatmak istiyorum.
Bir lisenin öğrencileri, idârenin koyduğu anlamsız bir kıyâfet kuralına uymaya zorlanıyorlar. MEB’nın kıyâfet yönetmeliğine aykırı olan bu kurala itiraz eden öğrenciler, disiplin cezâsıyla tehdit edildiklerinden tek tek vazgeçiyorlar. Haklı olduğuna inanan bir öğrenci vazgeçmiyor. İdâreciler, disiplinden korkmamayı algılayamıyorlar. Öğrencinin tavrını, inatçılık ve idâreye diklenme olarak değerlendiriyorlar. Okul müdürü, öğrenciyi iknâ etmek için okuldan atmakla bile tehdit ediyor. Öğrenci, yine vazgeçmiyor.
Veliyle yapılan görüşmelerde, çocuğun ne kadar sorunlu ve inatçı olduğu söyleniyor. Hattâ ileride evlendiğinde iyi bir eş olamayacağı uyarısı bile yapılıyor.
Okul idâresi, inâdından(!) vazgeçmeyen öğrenciyi, kıyâfet genelgesine uymadığı gerekçesiyle disipline vermiyor. Çünkü öyle bir suç yok. Öğrenciye sözlü saldırıda bulunarak disiplin suçu üretiyor. Evet, yanlış anlamadınız, okul idâresi, kendini savunmayı suç kabul ediyor.
Çocuğun velisi, idârenin tuhaf iletişim diliyle başa çıkamayınca ilçe milli eğitimdeki idârecilere gidiyor. Bir şûbe müdürüne, “Bu nasıl bir okul? Lisede miyiz Ölü Ozanlar Derneği’nde mi?” deyince şûbe müdürü, “Orası neresi?” diyor?
“Dışarı çıkın, 100 metre ilerleyin, sağa dönünce ilk binâ.” diye ti’ye alınacak bu cevap karşısında kolları iki yana düşen veli, pes etmiyor. İl milli eğitim müdürlüğüne gidiyor. Meseleyi, milli eğitim müdürüne anlatıyor. Müdür bey, hikâyeyi büyük bir ilgiyle dinliyor. “Hangi devirdeyiz? Bu nasıl idârecilik?” diye kızıyor. Okul idâresinin aykırı gördüğü kıyâfetin ne olduğunu öğrenince hepten şaşırıyor. Çünkü MEB’in kurallarına aykırı bir şey yok.
İl müdürü, veliyi uğurlarken şöyle diyor:
“Birgün çocuğunuzla tanışmak istiyorum.”
Veli, Ölü Ozanlar Derneği’ni bilen bir idâreciyle tanışmanın huzûruyla evine dönüyor.
.......
Ziya Selçuk Hocam,
MEB, çocukların içindeki gizli müfredatı, böyle mi ortaya çıkaracak?
Herkes, hikâyedeki veli ve öğrenci kadar kararlı olmayabilir. Karşılarına, Ölü Ozanlar Derneği’ni bilen bir il müdürü çıkmayabilir. Bir ömür sürecek veya mezkûr kitapta da anlatıldığı gibi bir çocuğun hayâtına sebep olacak travmalar yaşanabilir.
Pedagoji bilmeyen, gençlerle iletişim dili kuramayan, çocukların içindeki müfredatı ortaya çıkarmak şöyle dursun, “aman diğer çocuklar duymasın” diye dışındaki müfredatın canına okuyan idârecilerle ne kadar yol alınabilir?