Sokrat’a ait mealen aklımda kalan güzel bir bir tespit var: Doğulu ruhun yükselişini ister ama bu yükseliş bir esrar etkisinde yahut uyuşmuş bir yükseliştir. Sözün aslını merak edenler Kierkegaard’ın “İroni Kavramı” isimli kitabına müracaat edebilirler. Biz işin aslından devam edelim. Özünü bulma adına arayış peşine düşme her insanın kaçınılmaz yolculuğudur. Ancak Doğu toplumlarının karakteristik hususiyeti olan “kolaya kaçma” burada da yakamızı asırlarca bırakmadı ve bırakmamış. O yüzden bu iklimler filozof düşüğü yapmayla meşhur bir toprak rahmine sahiptir. Aşkın bile nörolojik temelli izahlarının yapıldığı günümüzde, aşıklık sıfatını bile “mecnun” kelimesinin üstüne yıkarak, takıntı yapılan “maşuk”un mahallesinden geçen köpeği, sadece o mahalleden geçti diye sevme zilletini soylulukla izah edip tasavvufla yıkamış toplumlardan bahsediyorum. Tasavvufun her şeyi yıkayıp temize çıkarmada maharetli ve kadim bir din olduğu hususu ilahiyatçıların işi. Ama sadece dinsel açıdan değil sosyolojik ve psikolojik açıdan da önemli bir fırsat olan Ramazan ayı tüccarlar açısından da bulunmaz bir fırsat. Aslında dinin tamamının bu bağlamda nasıl bir fırsat aracı olduğunu 17-25 Aralık sürecinde tecrübe ettik ve artan şiddette tecrübe etmeye devam ediyoruz. Ancak akıllanmadık. Zira Emeviler döneminden bugüne dinimize sokulan, “eleştiri”nin en hafifinden adaba aykırı olduğu, bir teokratik diktatörlük bahanesiydi ve asırlarca farklı kanallardan zihinlerimizde tortulaştı.
Şairliğe bile içinde mübalağa taşıyan bit tür olması itibari ile ihtiyatla yaklaşan, birçok yerinde akla, sorgulamaya ve düşünmeye çağıran Kur’an’ın ağlak ve şaşkın bir ümmeti olarak kitap bir vadide biz bir vadide dolaşıp durmaktayız. Gelen cemaatin, giden tarikatın, para aktarılan vakıfların şamar oğlanına döndük. Hal böyleyken camilerden, minarelerden, kürsülerden, ekranlardan “Kur’an ayı…” diye bağırılırken ne bağlamda olduğunu ne bağıran biliyor ne dinleyen. Tam da rahmetli Cemal Süreya’nın “Sevil Berberi” başlıklı yazısındaki durum. Hani dükkanda kılıca yazılı “pirimiz selman-ı pak”tır. Yazısında Selman’ın kim olduğunu, berberlikle alakasının ne olduğunu bile bilmeyen berberim hali, halimiz.
Manzara tam da bu şekildeyken, gurubuyla örgütüyle sansarlar, her kadroyu tutmuşken, din namına bütün ekranları kucağı dolarlı simsarlar, timsah gözyaşları ile uyuşma ve uyuşturma adına “gel gel” ederken: kula kulluk etmemeyi, dinin bir gelenek değil bir düşünme ve yenilenme olduğunu söyleyen Allah’ın kitabı:
“Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Bakara 44) diyerek önce özeleştiriye ardından “Allah'ın sizin için (kendileriyle hayatınızı) kaim (geçiminizi sağlamaya destekleyici bir araç) kıldığı mallarınızı düşük akıllılara vermeyin; bunlarla onları rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin.” (Nisa 5) diyerek akılsıza mal bile emanet edilmemesi gerektiğini hatırlatırken, aklını kullanmamanın sonunu Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. (Ahazap 67) ile De ki: “Sizin şirk koştuklarınızdan ilk kez yaratacak, sonra onu iade edecek olan var mı?” De ki: “Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iade eder. Öyleyse nasıl çevriliyorsunuz?” ile de böylelerinin nasıl bir sapma içinde olduğunu vurguluyor.
Bu güzel ayda anlama ve muhakeme ile dinin özüne, yani o güzel beyana gözyaşlarınızla değil aklınıza yaklaşmayı denediğinizde, bir şeyleri yumuşatmak için tatlı su tasavvufuna da daeş düzeyindeki avam tasavvufuna da ihtiyaç olmadığını göreceksiniz/göreceğiz.
Bütün bir estetiği ile akıl ve muhakeme dolu, kendiyle ve çevresi ile hesaplaşmayı huzura evirme adına herkese mutlu ramazanlar.
Kaynak: RAMAZAN: AĞLAMA AYI DEĞİL, ANLAMA AYIDIR - Onur Akbaş