Hayat hiç ara vermeden devam ediyor ve zaman belirlenmiş bir ecele doğru hızlı bir şekilde akıyor. Bu akış içinde bizi bir kez daha rahmet kapılarının sonuna kadar açıldığı, 11 aylık dünya telaşına verilen bir ara olarak okuduğum ve bu okumaya istinaden içsel yolculukla yavaşlayıp daha çok içime döndüğüm; paylaşılacak bir şeyim yoksa gülümsememi, selamımı, gözyaşımı ve belki de en çok duamı paylaştığım; aklımı tamire, nefsimi mahkumiyete, gönlümü ibrete ve sahipliğimi şahitliğe döndürmeye çalıştığım; taklitten tahkike geçişin gerçekleştiği, Rahman'ın bir öksüz ve yetimin tertemiz vicdanından dünya ehline SON kez haykırmak adına insanlığa bir uyarıcı olarak gönderdiği Kur'an ayına kavuşturana tüm zerrelerimizle hamd olsun.
Bu kutlu ay, aynı zamanda yaşadığımız şizofreninin, yörüngemizi yitirmemizin, esen dünyevi rüzgârların önünde sürüklenmemizin, çürümüşlüğümüzün, zihni çölleşmemizin ürpertici göstergelerine dur diyen bir zaman dilimi aynı zamanda.
Hayata ve insana kucak açan, bütünleştirici ve herkesi kardeş kılıcı, ortaklaşa yaşanan; herkesle paylaşıldığı için insanın insandan kaçışı değil, insanın insana, hayata ve hakikate koşuşu olan ve farkındalığını yakalayan nasiplilere bir aylık ruh şöleni yaşatan bu zaman dilimi; kendine doğru sefere çıkma, içine yönelme, kendine çeki düzen verme, kendini hatırlama, kendine ulaşma ve hakikati bulma kaygısı taşıyanlar için müthiş bir fırsat.
On bir aylık zaman diliminde hayatın akışına kapılarak ordan oraya sürüklendiğimiz; kendimizi, gönderiliş amacımızı ve bu amacın sunduğu hakikati, bu hakikat ile birlikte de Yaratıcımızı unuttuğumuz anlara nazaran bu mevsim; bir duraklama, içine hicret etme, durulma, yapıp ettiklerinin muhasebesini yapma mevsimi.
Kimbilir, belki de itikaf bu yüzden emrolunmuştur.
Çünkü bu kutlu zaman diliminde İslâm'ın Müslümanlardan talep ettiği bütün ilkeler hayat buluyor. İnsandan talep edilen bütün emirler, ilkeler, tasavvurlar, tahayyüller eş zamanlı olarak harekete ve hayata geçiriliyor.
Yani biz, oruç tutmakla sadece aç kalmış olmuyor; orucun bizi tutup kaldırmasına, başka ama buram buram huzur kokan bir düzleme taşımasına da tanıklık etmiş oluyoruz.
Ama bu tanıklık içinde de İslâm'ın Mekke sürecinde hayat buluşu, Medine sürecinde hayat oluşunun ve medeniyet sürecine ulaşarak herkese, bütün varlığa ve tabiata hayat sunuşunun gerçeğe dönüştüğü; şiarın şuura, şuurun varoluş, varediş ve farkediş tecrübelerini aynı ânda yaşadığımız; barışı, huzuru, keşfi, fethi, dayanışmayı, kardeşliği ve eşyanın bütün hâllerini idrak ve bu hallere iştirak edebildiğimiz; insanın kendisini ve vicdanını bir kez daha keşfedip yeniden fethettiği tek mevsim olan bu zaman diliminden almamız gerekenler var.
Ancak başkasına ruh üfleyecek keyfiyeti kaybedip, kendisini diriltecek mânâyı aramaya mecali kalmayan, tebliğ yapacağız hevesiyle sırtında bilgiden kovalar, başından aşağı din boca edeceği kurbanlar arayan, o kanal senin bu kanal benim dolaşanlardan almayacağız bu almamız gerekenleri. İndirildiği aya yeniden eriştiğimiz Kitab-ül Mübin’in tam 75 ayette emrettiği aklımızı kullanıp “Oruç” kavramının şuuruna vararak; aracısız, bizzat kendimiz çıkacağız bu asude mevsimin meyvelerini toplamaya.
Peki bu nasıl olacak?
Bu soruya cevap bulabilmek için “Kitab’ül Mübin’in indirildiği bu kutlu mevsimin tümüyle “açlık günleri” ilan edilmesinin amacı ne olabilir veya “Oruç, sizden öncekilere de farz kılındı” ayeti nasıl bir bilincin ifadesidir?” diye sorarak oturalım tefekkür soframıza.
Öyle ya, bir taraftan bizim aç kalmamızı isteyerek doyurulması gerekenler ile “Allah’ın yüzü (vechillah)” arasında kurulan bir ilişki var ( İnsan suresi 9.ayet) ama öte taraftan da “Sizden beni doyurmanızı istemiyorum, sizden rızık da istemiyorum”(Zariyat suresi 57.ayet) diyen bir ayet var.
İKİ ÖNEMLİ BASAMAK
Bu teolojiyi doğru okuyabilmek için sanırım “savm” denilen oruç ibadetinin ilkin “ihsan” boyutuna bakmamız gerekiyor ki, bu kavramın marifetine ulaştıktan sonra bu teolojiye vakıf olabilelim.
Az evvel oruç ibadetinin İslâm'ın Müslümanlardan talep ettiği bütün ilkeleri barındırdığını ifade etmiştim. Evet, namaz, zekât, hac gibi ibadetlerde yapmakta olduğumuz işe ara veriyor, o ibadet için ayrıca bir zaman ayırıyoruz. Oruçta ise hali hazırda zaten ibadet halindeyken ekstra bir zaman dilimi ayırmadan diğer işlerimizle de meşgul olmaya devam ediyoruz. Yani namaz, hacc ve zekat gibi diğer ibadetlerde zamanın içine kulluk serpiştirirken, oruçta kulluğun rengine boyanıyoruz.
Neden?
Çünkü, herhangi bir oruçlu, kendisini hiç kimsenin görmediği bir yerde tek görenin Allah olduğunun bilinci içinde bir şeyler yiyip içebilecekken, değil böylesi bir şeye yeltenmek bunu aklından bile geçirmez.
Konuyu pekiştirmek amaçlı bir yaşanmışlığı örnek verelim:
Üsküdarlı Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri, üstadı Üftade (k.s.) Hazretlerinin hizmetinde daha ilk yıllarında talebe iken birçok talebe arkadaşlarının arasında, üstadının yanında ayrı bir yeri vardı. Üftade Hazretleri, müridleri arasında en çok onunla ilgilenir, birçok iltifatlar eder ve onun yetişmesine ayrı bir ihtimam gösterirdi. Üstadın o talebesi ile fazla meşgul olmasını etraftan hissedenler ve birçok talebesi çekemezler ve itirazlar kulaktan kulağa yayılır:
“Biz de talebeyiz, onun bizden ne farkı var?”
Talebelerin ve bazı müridlerin bu halini sezen Hazreti Üftade, onları imtihan etmek ister. Hepsini huzuruna çağırarak ellerine birer bıçak ve birer de tavuk verip:
“Bunu, gidip kimsenin görmediği bir yerde kesip geleceksiniz. Tek şartım, keserken kimsenin sizi görmemesi ve yalnız olmanızdır. Kim daha çabuk gelirse, benim en çok takdirimi o talebem kazanmış olur” buyurur. Bıçakla tavuğu alan talebeler sür'atle etrafa yayılıp; kendilerine göre gizli birer yer bularak verilen tavuğu kesip getirirler. Fakat hakkında dedikodu yaptıkları ve «O’nun bizden ne farkı var» dedikleri talebe epey bir zaman geçmiş olmasına rağmen ortalarda görünmez.
Epey bir zaman sonra tavuğu kesmeden çıkıp gelince, tavuğu kesip gelenler ona gülmeye başlarlar:
“Şuna bak bir tavuğu kesmeyi becerememiş”
Hz. Üftade sorar:
“Herkes kesip geldiği halde, sen nerede kaldın? Epeydir seni bekliyoruz evladım?”
O zaman daha talebelik yıllarını yaşayan ancak daha sonra büyük bir mürşid olacak olan Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri şöyle cevap verir:
“Hocam, sizi beklettiğim için özür dilerim. Lâkin ben, nereye gitti isem beni kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. En kapalı bir yer dahi bulsam iyi biliyordum ki Allah (c.c.) beni mutlaka görüyordu ve böylece ordan oraya koştum. Bu yüzden de sizin emrinizi yerine getiremeden geldim, affedin beni” der.
Tabii bu hâdiseden sonra diğer talebeler, hocasının neden en çok onu sevdiğini ve onunla daha fazla niçin alâkadar olduğunun idraki içinde başlarını önlerine eğip hata ettiklerini anlarlar.
İşte benim sözünü ettiğim tüm ibadetlerin toplamını veren bu idrak, oruçlunun kalbinde kıvam tutmuş bir hakikat olmaktan ziyade orucun ruhuna saklanmış ihsan anahtarıdır. Yani sen Allah’ı göremesen de O’nun seni hep gördüğünü bilerek ibadet etmen.
Bütün ibadetlerde bizden istenen asıl kıvam da bu olduğu için; oruç ve dolayısıyla Ramazan şuuru talep edilen tüm ilkelerin anahtarı olan “ihsan” kilidini uzatıyor avuçlarımıza.
Namazını hakkını vermek hususunda savsaklayabilen, zekâtını vermekte zayıflık gösterebilen, haccının vakti geldiği ve imkanı yettiği halde erteleyebilen hatta hakkını zâyi edebilen herhangi bir inanan dahi söz konusu oruç olunca 'Allah beni görüyor' şuurunu ibadeti boyunca muhafaza edebiliyorsa; bu oruçlunun imanındaki şuurdan çok, oruç ibadetinin sinesinde saklı ihsandan haber veriyor bize.
Hayatın akışı içinde diğer tüm ibadetlerimizin içinde parça parça kendisinden bir iz aradığımız ve zaman zaman gözü yaşlı secdelerde bulabildik zannıyla teselli olduğumuz ihsan, oruçla birlikte karşımıza çıkıyor efsunlu gömleğini huzura boyayarak.
İhsanın anahtarı elde edilince de kulluk şuuru başlayıp “rıza” makamına adım atılıyor.
Bu yüzden de Ramazanlık müslümanlarımızın orucu bayramla biterken, oruçla ihsan anahtarına sahip olanlar “rıza” kapısına uzanarak kulluk kavramının şuurunu yakalıyor. Söylenen her şeyi duyan, gören, işiten şuuru içinde dil yalandan, kem sözden ve gıybetten; göz haram nazardan; kulak yasaklanan kelamdan, ayak razı olunmayan mekandan uzaklaşıyor.
“İhsan” anahtarını avucuna alıp “rıza” kapısından içeri giren biri için ise ikinci basamak olan ve az evvel değindiğim “doyurulması gerekenlere” atıf yapan İnsan suresi 9. ayet ile “Sizden beni doyurmanızı istemiyorum” diyen Zariyat suresinin 57. ayetine “marifet” gözü ile bakma ödevi başlıyor.
Nedir peki bu ödev?
İşte kanımca hepimizin sınıfta kaldığı nokta burası.
Zira Ramazanlık da olsa büyük bir çoğunluğumuz “ihsan” anahtarına uzanıyor, “rıza” kapısının eşiğine geliyor ama bu kapıdan içeri giremiyor.
Kimbilir belki de bu yüzden şu an corona gölgesinde buruk yaşansa da bugün Ramazanlar bir “festival” havası eşliğinde, zenginlerin davet ve şatafat gösterisi haline geldi artık. Belki de bu yüzden sahurlar ruhunu yitirdi, Ramazan ayı gelince “din pazarı” açılmaya başlandı.
Zira tüm ömürden geçtim, yıllık zaman dilimi içinde bir aylık da olsa “ihsan” anahtarına sahip olmamıza rağmen orucu sırf Allah’ın bizim aç kalmamız istediği ve bundan “hoşnut” olduğu algısı içinde tutuyor; oruç ibadetinin özünde nefsin tezkiyesiyle birlikte asıl gayenin açın, yoksulun, düşkünün, yolda kalmışın, düşmüşün, yetimin, garibin halinden anlayarak “yeryüzünden açlığı yok etmek”, “eşitliği sağlamak” olduğunu atlıyoruz.
Bakın etrafınıza;
Oruç tuttuğu için canı sıkılan, sanki hâşâ Allah’a bir şey lütfediyormuş havasında, neredeyse fedakarlığı için tazminat isteyecek, havadan, vakitten, zahmetten sürekli şikâyet halinde bir kısmımız. Akşama kadar sofra tanzimine, iftar menüsüne, sıcaklara soğuklara, türedi gurmeliklere harcadığı vakti, orucun ruhaniyetini, maneviyatını, manasını idrake ayıramıyor bir başka kısmımız. Ramazan gelmiş, çarşı pazar şenlenmiş, çeşme akarken dolduralım tüccarlığında daha başka bir kısmımız. ‘Orucu ne bozar’dan ‘orucu ne oruç kılar’a bir türlü gelemeyen, hiç bıkıp usanmadan her sene aynı vakitte fıkıh magazininde demirlemekte daha da başka bir kısmımız.
Akletmeye azmeden berrak bir kalple, sabrın ve merhametin, istiğfar ve mağfiretin, niyaz ve muhabbetin iklimine dalıp bu hâlisâne niyetle boynumuz bükük, yapmayı lütfedenin kapısına varmak yerine orucu bir mesai gibi görüp akşamına yevmiye beklemek çiğliğinde; bir fedakârlık, bir zorluk, bir meşakkat, bir sağlık meselesi, bir gurmelik gösterisi, bir etkinlik takvimi, bir maneviyat şovu gibi görenlere ne demeli peki?
Ramazan-ı Şerif’in Allah’ın kullarına bir lütfu, keremi, bir rahmet ve mağfiret vesilesi, bir arınma ve kurtuluş fırsatı, bir feyiz membaı olduğunun farkında, şuurunda, idrakinde, hamdinde olan kaç kişi var hayatlarımızda?
Varsa bile sokaklarda görünür olan onların hali değil; kâhir ekseriyetimizin hâl-i pür melâli maalesef!
Oysa ki Ramazan'ı ihya etmek bizim harcımız değil, bizim Ramazan'la ihya olmamız gerekiyor. Ramazan'la yanlışlarımızdan dönmemiz, istikamet kazanmamız, içimizin söküklerini oruç ipiyle bir güzel dikmemiz; sesimizi kesip yeryüzüne inen sükûnetten bir nasip beklememiz gerekiyor.
İşte o zaman otuz gün aç kaldığımız, açlığın ne demek olduğunu idrak ettiğimiz için sokaklarımız hala aç ve düşkün insanlarla dolu olmayacak!
Bu Ramazan olsun secdelerimizi gözyaşı ile sulayalım ki orada çiçekler açsın.
Taze bir heyecanla ve kanatlandırıcı bir neşeyle zamanı durdurma, bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırarak bütünleşme, hâlleşme, helâlleşme, rahmetleşme, kardeş olma ve coşma zemini; arınma ve toparlanma iklimi; yenilenerek doğrulma ve yeniden doğma mevsimi; zihni, kirlerden temizleme; insanı, özüne döndürme, kendine getirme; özetle, taze bir ruhla donanma seferi olan, kardeşlik şarkısını besteleyen, merhamet nidasını fısıldayan bu kutlu zaman diliminde ellerimizi semaya kaldırıp kalbimizle dua dua yalvarıp semaya kanatlanalım;
"Ya Rabbi! Müslümanların, kendi hata ve sorumsuzluklarından dolayı, onlardan aldığın izzet ve şerefi onlara geri bağışla..! Allah'ım! Müslümanlara şuur, bilinç, birlik, islam adına bir ruh ve vahdet bağışla..! İlahi! İslam egemenliği ve saltanatını, maslahatçı iradelerin ellerinden kurtar ve koru, o'nu bütün dünyaya hâkim kıl..”