Yaklaşık iki aydır gündemde olan “sokak hayvanlarının toplatılmasının” ve “ötanazi” adı altında öldürülmesinin yolunu açan yasa teklifini TBMM Başkanlığına sunmasından dolayı hayvan hakları savunucuları tarafından ülke çapında sokak hayvanlarına “ötanazi” yapılmasını öngören kanun teklifine karşı eylemler düzenliyor ve basın açıklamaları yapılıyor.
Elbette hayvansever halk da bu gayriinsani yasa teklifine sessiz kalmıyor.
Konuya açıklık getirmek adına öncelikle “ötanazi” tanımının tarihi dayanağını açıklamak isterim.
“Ötanazi”, kelime anlamı olarak “iyi ölüm” anlamına gelse de, genellikle, uygulanmadığı takdirde acı çekecek kronik ya da ölümcül hastalığı olanlar için “acısız ölüm rızası” anlamına gelmektedir.
Ne var ki Nazi kavramında “ötanazi”, Almanya ve Almanya’nın ilhak ettiği bölgelerdeki hastanelerde bulunan engelli hastaların, gizli kapaklı bir şekilde öldürülmesi için uygulanan bir programının kılıfıydı.
Program, Nazi Almanya’sının “ilk toplu katliam” politikasıydı.
Avrupalı Yahudilere “soykırım” uygulamayı planlayanlar gibi, “ötanazi” programını düzenleyenler de, ırksal olarak saf ve verimli bir toplum hayal etmiş, vizyonlarına uymayanları ortadan kaldırmak için radikal stratejiler benimsemişti.
Alman hükümeti 18 Ağustos 1939’da, tıp personelinin yeni doğanları ve üç yaşın altında, ciddi sakatlığı bulunan çocukları bildirmesini zorunlu kılan bir kararname yayınlamış ve Ekim 1939’da yetkililer, sakat çocukların ebeveynlerini, çocuklarını pediatri kliniklerine bırakmaya teşvik etmeye başlamıştı.
Klinikler aslında, özellikle genç hastalarını ölümcül dozda ilaçla ya da aç bırakarak öldüren tıbbi personelin işe alındığı birer “ölüm koğuşu” olup, öldürme programı sonunda 17 yaşına kadar olan gençleri de kapsamıştı. Planlayıcıları, programı hastaneye yatırılmış yetişkinleri de içerecek şekilde genişletmişti.
Adolf Hitler, 1939 sonbaharında programa katılan personeli adli takibattan koruyan gizli bir yetki belgesi imzalamış ve programda görev alanlar, gizli girişimlerine “T4” adını vermişti.
“T4” çalışanları altı adet gaz odası kurmuştu ve kurbanlar, bu merkezlere vardıktan sonra saatler içinde, duş tesisatı olarak kamufle edilerek gaz odalarında saf karbon monoksit gazı ile öldürülmüş ve “T4” görevlileri cesetleri krematoryumda yakmıştı.
Bu yakılmalardan sonra işçiler, ölenlerin akrabalarına gönderilmek üzere, hayali bir ölüm nedeni belgesi ile birlikte büyük kül yığınlarından, yakılan kurbanların küllerini alarak vazolara koymuştu.
Yaygın kamuoyu tepkisinden ve protestolardan dolayı Hitler, Ağustos 1941’de programın durdurulmasını emretmiş olsa da, Alman sağlık hizmeti çalışanları Ağustos 1942’de cinayetlere kaldığı yerden devam etmişti.
Yeni girişim, yerel makamlara çok güveniyor ve daha gizli öldürme yöntemi olarak “zehirli iğneyi” ve “aç bırakmayı” uygulamaya başlamıştı.
Alman işgali altındaki Doğu’da, SS ve polis birimleri on binlerce sakat hastayı da toplu halde vurarak ve gaz vagonlarında öldürmüşrü.
“Nihai çözümün planlayıcıları”, Yahudileri öldürmede “T4” operasyonu için özel olarak tasarlanmış gaz odalarını ve krematoryumları kullanmışlardı. Kendilerini bu ilk toplu katliamda güvenilir olarak gösteren “T4” personeli, daha sonra dikkat çeken bir biçimde Belzec, Sobibor ve Treblinka ölüm merkezlerinde görevlendirilmiş olan Alman kadro arasında yer almıştı.
Cinayetler geriatri hastalarını, bombardıman kurbanlarını ve zorla çalıştırılan yabancıları da kapsayacak şekilde yaygınlaşarak savaşın son gününe dek sürmüştü.
Tarihçiler, “ötanazi” programının, tüm safhalarında 200.000 kişinin hayatına mal olduğunu tahmininde bulunmaktalar.
Şimdi gelelim günümüze…
“Ötanazi” Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurul sayfasındaki 12.07.2017 tarihli açıklamasına göre; “Tıbbî verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın, hayatına bir başkası eliyle son verdirmesi demek olan ötanazi, talepte bulunan kişi açısından intihar, bunu uygulayan açısından cinâyettir.
İslâm dinine göre, kişinin kendi canına kıyması (intihar) haramdır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler!… Kendinizi öldürmeyin Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe atacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (en-Nisâ, 4/29-30), “…Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah, bunları size düşünesiniz diye söylemektedir.” (el-En‘âm, 6/151) buyrulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), acı ve sıkıntılardan dolayı ölümün temenni edilmemesini istemiştir (Buhârî, Merdâ, 19 [5671]; Müslim, Zikir, 10 [2680]). Temennisi bile yasak olan bir işi gerçekleştirmek elbette büyük bir cürüm olur. Bu deliller de gösteriyor ki Allah’ın emanet ettiği cana kıymak caiz değildir (Tahtâvî, Hâşiye, 602-603). Çünkü bu, hem Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek hem de O’nun takdirine karşı isyan anlamına gelir.
Çekilen dertler ve acılar, müminin günahları için kefarettir.
Üstelik bugün, yaşamından ümit kesilen hasta için hızla gelişen tıpta yeni bir tedavi imkânının ortaya çıkması, ihtimal dışı değildir.”
Noktasından virgülüne kadar aynen aktardım.
Şimdi soruyorum: “Bir İslam ülkesi olan Türkiye’de ‘Allah’ın emanet ettiği cana kıymak caiz olmadığına’ göre siz hangi hakla ‘sahipsiz hayvanlara ötanazi yapılabilir’ diyebiliyorsunuz?”
Bugün Türkiye’deki basın, bilim–teknoloji, eğitim, ekonomi, geçim, hukuk, işsizlik, toplumsal kutuplaşma, yolsuzluk gibi pek çok sorun dururken ve hiçbirine hesap verilmezken hiç değilse sokak dostlarımıza sahip çıkmak bu kadar zor olmamalıdır sayın yetkililer!
Tam olarak bu nedenle “Devlet Öldürmez Devlet Yaşatır”, “Katliam Yasasına Hayır”, “Kısırlaştır, Aşılat, Yerinde Yaşat”, “Yasayı Geri Çek” diyoruz.
askimtan@yahoo.com